Wednesday, November 11, 2015

O


her koridor bir kapıyla sonlanır, her kapı yepyeni bir odaya açılır.
girdiğin her oda farklı kokar, gördüğün her oda sana başka bakar.
aynı odada herkes başka birşey görür, aynı duvarlar herkese başka görünür.

her koridor bir kapıyla sonlanır, her kapı yepyeni bir odaya açılır.
bazı odalar daha girmeden tanıdıktır; perdesiz duvarlarında derinden bir müzik yankılanır.

"we've been here before, like a book i read,
in the hall the leads to the door, my words hang in the air."

Tuesday, November 10, 2015

mazi

foto: M.M.Forsberg


bundan 4 sene önce Hollanda'dan meşhur bir medyum geldiği haberini aldım. nereden, nasıl bilmiyorum. neden gitmek istedim, onu da bilmiyorum. aradım taradım, beşiktaş'ta kuş kafesi kadar bir dairede buldum kendimi. küçücük salona girip sıramı beklemeye başladım, içeride bir kadın derin ve ağır hıçkırıklarla ağlıyordu. sonradan öğrendim; kızını ve babasını aynı trafik kazasında kaybeden bu kadın, onlarla iletişime geçebilmek için bu adamın kapısını çalmıştı. çıktığında perişan ama huzurlu bir ifade vardı yüzünde. bişeyler, artık, bu sefer gerçekten bitirmiş gibiydi.
birkaç dakika ve bir bardak su molasından sonra, ağlayan kadının sandalyesinde ben oturuyordum.

güleryüzlü bir adamdı karşımdaki. merabalaştık, adımı sordu. yaşına, kırışıklarına, beyazlarına rağmen bende bir tazelik hissi uyandırmıştı, hiç unutamıyorum. bikaç soru sordu, sonra benim için yapabileceklerini anlattı. anlattı da ben ne istediğimi, neden orada olduğumu bile bilmiyordum. ne iletişime geçeceğim ölü bir akrabam, ne akibetini merak ettiğim sorunlu bir ilişkim vardı. onun için önemli değildi tabi bunlar; auranı okurum, çakralarını kontrol ederim, aklındaki sorulara cevap veririm, geçmiş hayatlarına bakarım diye saymaya başladı. çok fazla bilgi. ege emin misin? kitlendim oturduğum sandalyeye, peki dedim. telefonumu alıp ses kayıt kısmını açıp konuşmalarını kaydetmeye başladı. biliyorum bunu isteyeceksin çünkü dedi. 'medyumluğumdan değil tabi, herkes aynı şeyi istiyor diye' deyip güldü.
gözlerime baktı, gözlerime bakarken, gözlerini kapattı. auramla, renklerimle, yaydığım titreşimle ilgili bişeyler diyecek oldu, diyemedi. gözleri kapalı, eliyle işaret edip biraz geri git dedi bana. sandalyeyi azcık geri ittim. biraz daha dedi. biraz daha gittim. git git, kendimi adamdan bikaç metre uzakta buldum. bazılarının ışığı çok geniş yayılıyor, sonunu göremiyorum dedi. iyi bişey mi ki bu? anlattı da anlattı. arada gözlerini açıp sol arkama, sağ omzunu ötesine filan bakıyordu. ben, kafesteki kuş; çırpıntısız onu dinliyordum. meğer olduğum herşeyi yayıyormuşum diye düşündüm kelimelerinin arasında. beni bana benden daha iyi anlattı, gözleri tamamen kapalı.
aura bitti, çakraya geçildi. tıkanıklık yok, neyse.
çakralar bitti, ellerime baktı. miden ağrır mı sıkıldığın zaman? ağrımaz olur mu..
eller bitti, sorular soruldu. o zamana kadarki hayatım, sorulara cevap, cevaplara soru oldu. 'Lamia kim? babanenin ailesi gemiye binip yunanistan'dan geldi di mi, ege'de bir yerlere? onun annesinin adı ne? o hep seni takip ediyor, seni kendisine çok benzetiyor. senin Selanik'e gitmen lazım, mutlaka. o gezdirecek sana oraları. senin oraları görmeni istiyor.'

ne garip, hiç korkmadım dediklerinden. kimsenin bilmediği herşeyi tek tek söylerken adam, zaten bilmesi gerekiyormuş gibi, öylece dinledim kendimi hayatımı ondan. bir gitsem hakikaten selanik'e.  resmen meleğim varmış benim. hayat, günlük düzleminden çıkınca herşey bir anda yoğuştu sanki, her şekle girer oldu, asıl doğasına döndü.
sorular bitti, sıra eski yaşamlara geldi. eski yaşamlarından bikaçını bilmek ister misin? dedi. sen olsan ister misin?
ben istedim. artık daha yakındık, ellere bakma safhasına yine sandalyeyi masanın diğer tarafına çekmiştim. bir avuçlarıma, bir gözlerime baktı yine. baktı dediğime bakma, avuçlarımda ondan başka kimsenin göremediği bir film oynuyormuş gibi izliyordu bişeyleri. gözleri oynuyordu, kitap okur gibi. ben yine korkmadım; avuçlarımda gördükleri, zaten bildiğim, zaten çook yıllar önce başımdan geçen şeylermiş gibi.
sonra yasladı sırtını, yine kapattı gözlerini.
'burası ingiltere' dedi. 'yemyeşil kırlar, dağlar, tepeler. ama bomboş. senden başka hiç kimse yok. bir dağın tepesinde, yapayalnız bir kadınsın. kimbilir kime ne yapmışsın. sana senden başka kimseden hayır yok. kimse sevmiyor seni, kendini uzaklaştırmışsın, otlarla, dağlarla konuşuyorsun yalnızca. mutsuzsun, yalnızsın...'
'burası yunanistan. heryerde yunanca var, ama çok da eski değil, muhtemelen ingiltere'den bir öneki hayatın bu. deniz kenarında, güzel bir evdesin. çocuklar var etrafında. yine kadınsın, cahil ama mutlu bir kadın. bunlar, belki de senin çocukların...'
'burası ya hindistan, ya nepal, oralara benziyor. yine kadınsın. boş bir alanın ortasında oturuyorsun. üzerinde uzun beyaz bir elbise var, tertemiz görünüyorsun. etrafın kalabalık ama bunlar senin tanıdığın insanlar değil. bitkilerden ilaçlar, merhemler yapıyorsun. her gün onlarla kişi geliyor kapına, herkese şifa dağıtıyorsun. derin bir huzur var etrafında ve herkese çok iyi geliyorsun. insanlar yanında oturmaya geliyor, çok seviyorlar seni. huzurlusun, mutlusun...'

ellerimden üç ayrı hayat okudu adam, gözlerini gözlerime çevirdi.
'çok belli, sen çok yaşamışsın. farkında mısın aslında ne kadar yaşlısın' dedi.
ne diyeceğimi bilemedim. bir an kendimi hiç tanımıyormuşum gibi hissettim. adam yaprak yaprak çevirmişti beni, önümdeki kitapta hiç farkında olmadığım bölümler açılmıştı. bir daha okunmayacak, şanslıysam ara ara hatırlanacaklardı.
3,5 saat önce yapayalnız girdiğim odadan, içim bir sürü kadınla dolu çıktım.

***

instagram'da uzun zamandır takip ettiğim bir kadın var. Ingiltere Dorset'te yaşayan norveç'li bir fotoğrafçı. geçen gün onun fotoğraflarından birine yine derin bir hayranlıkla bakarken, ufacık bir ışık yandı aklımın bir köşesinde. acaba dedim, içimdeki en ufak boşluğa bile sızan şu avrupa avrupa diye sayıkladığım ama kimseye tam olarak ifade edemediğim özlem, içerideki kadınların özlemi mi? hakikaten onların gezindiği yerlerde gezinsem azıcık, bu hasret sonsuza kadar diner mi? bazı fotoğraflarda, bazı seslerde, bazı kelimelerde ve bazı hiç anlam veremediğim anlarda saklı o can hıraş istek her neyse; o kadınları doyurunca, biraz olsun hafifler mi? düşündükçe düşündüm, düşündükçe ışık büyüdü, alnımın ortasına yayıldı. başımı önüme eğdim, o ışıkla aydınlatıp kağıdımı,
bunları yazdım. evren ve hayata dair hiçbir şey bilmediğimizi göz önüne alınca, inanmaktansa birşeylere 'inanmama'nın insana özgü bir kibir olduğunu düşünürüm. ben sadece ucunu gördüğüm derin ve uzun mazime, bir masala inanır gibi inanmayı seçtim. bugün olduğum insanın, tonlarca hatırayla, aşkla, savaşla, acıyla, neşeyle ve tecrübeyle yoğrulduğu fikrini de, galiba bir sürü şeyden daha çok sevdim.