Monday, March 25, 2013

If I'm free,
it's because I'm always running.


J. Hendrix

Wednesday, March 20, 2013

what do i know?

dönerken uçakta bi belgesel seyrettim, "çoklu evrenler"diye. böyle deyince bişey ifade etmiyo ama ingilizce isminin multiverses olduğunu anlayınca, 'uni' ve 'multi' biraz daha açıkladı durumu.
içinde bulunduğumuz evrenin aslında tek evren olmayabileceğini, bizimki gibi (bkz. anlayamadığı şeyi sahiplenebilme durumu)  evrenlerin de varolma olasılığı olduğundan bahsediyorlardı. bunu destekleyen farklı deney ve sonuçları anlattılar, bir tanesi de benim de bir dönem kafayı takıp deliler gibi okuyup / seyredip anlamaya çalıştığım string theory çıktı. string theory der ki, hepimiz, varolan herşey aslında tek birşeyden ortaya çıkıyo, stringlerden, yani sicimlerden. bu string'ler notronları, protonları oluşturuyo, onlar atomları, atomlar da seni, beni, ağaçları, balinaları ve daha nicelerini. ancak string theory'nin henüz kanıtlanamamasının sebebi, aslında 3 değil (sanırım) 9 boyutun varlığına dayanıyor ve inanıyor olması, ki bu da hepimizin aynı anda farklı evrenlerde/boyutlarda/zamanlarda varoluyor olması anlamına geliyo. geldik mi sana yine multiverses'e?
aslında herşey ne çok şeye dayanıyo dimi?
hem koskoca evrenler evrenlere dayanırken,
biz kısacık hayatımızın bir köşesinde birbirimize dayanıp dinlenmişiz, çok mu?

***
dün aklıma geldi, bitane erkek arkadaşım vardı, daha ilk konuşma tanışma zamanlarında, ben buna "of dışarda da yağmur yağıyo" gibi bişey demiştim, hiç hatırlamıyorum konuşmayı ama, o da bana cevap olarak "şeker misin:)" yazmıştı. tabi ben bunun üzerine bi havalara gir, bi sevin falan bana şeker dedi diye. neyse. sora biz kendisiyle çıkmaya başladık, ve epeeeyyyy de uzun bi zaman çıktık. ve ben bu epeeeyyy uzun zamanın en başlarında farkettim ki, meğersem adam yağmur yağıyo diye söylenen herkese "şeker misin" dermiş, "şeker misin ki ericeksin, çık işte!" manasında.

aldım mı cevabımı? aldım tabi. ama cevabı idrak etmem de 5 senemi aldı. 
yani diyeceğim odur ki, duymak istediğinizi değil, söyleneni duyun. 
öbür türlüsü, er ya da geç gelen hüzünler diyarına seyahat oluyo çünkü.
ya da tamam ya, her zaman değil, arada bir gerçekleri duysanız yeter.

***
geçen gün vapurda K.'a SALT'ta gördüğüm duvar resimlerinden korkuyorlar sergisinden bahsediyodum. dedim ki, "hayat ne kadar naifmiş bir zamanlar, yapılan da, yapılana destek de, karşı koyuş biçimi de, herşey çok daha insaniymiş; sanki ne yaparsalar yapsınlar her zaman karşılarındakine bir söz hakkı, savaşırken yorulduğunda oturacak bir sandalye, düşünecek yeni bir fikir bırakıyorlarmış. bugün herkes birbirini en hızlı nasıl yokedebileceğini düşünüyor sadece, insanların hareketleri hiç insancıl değil..." sonra o bana cevap verirken, aynı anda karşı koltukta oturan orta yaşlı bir hanım girdi söze, farkında değildim aslında beni dinlediğinin. "haklısın. hiçbirşey aynı değil. ama bunu söylemen beni çok mutlu etti biliyo musun? sizin gibi gençler olsun, bunu farketsinler istiyorum, insanlar insanlıktan uzak olmanın yanında, o kadar da duyarsız ki..." dedi.
yaşlanınca, bugünlerimizi özlüyor olucak mıyız?
genel olarak özlemekten rahatsız olan biri olarak, bundan da korkuyorum bak.

***
demin M. aradı, konuşurken, "geçen gün armani cafe'de yemek yedik, senin çiçeğine de 15 dakika güldük, baya fallik bi hali vardı" gibi bişeyler söyledi. sonra düşündüm ki, doğru aslında, olmaması saçma. çiçek miçek iyi hoş da, eninde sonunda üreme organı. işin sonunda o çok önemli ve hayati amaç olmasa, hiç sanmam bu kadar milyonlarca renk koku ve caziber arttırıcı efekt olsun. yalan mı?

***
bi de, baykuştan ve şahmaran'dan resmen korktuğuma eminim artık. yok sevemiyorum, zorlamayın.




sevmek için,
dokunmak şart mı?

are we there yet?



soğuk iyidir.
elbet bir gün çözülmeye meyli olduğu sürece,
soğuk iyidir.




Monday, March 11, 2013

lost & found

içindekileri dökmek için birilerinin seni ters yüz sarsması şart mı, 
yoksa ağzını açıp kendini boşaltabiliyo musun?
*
çok yıllar önce, Bozcaada'da G. ile atıl durumda bir rum evine girmiştik. 
elimizde anahtarı vardı, ev zaten boşaltılacak ve temizlenecekti, biz evde her ne varsa, olduğu gibi yokolmadan görmek, dokunmak, "sağı solu ellemek" istemiştik.

girdik eve.
herşey yerli yerindeydi, birazdan evsahipleri gelecek, salonun ortasındaki yuvarlak masaya yorgunlukla çökeceklermiş gibi. sağdaki büfe, soldaki koltuklar, birkaç sandalye. 
ve toz. gözalabildiğine toz. yılların tozu. 

detayları kaybetmiş olsam da, içeri girdiğimizdeki tutulmuşluğumuzu ve durgunluğumuzu hatırlıyorum.
bir yandan hiç tanımadığın birilerinin evine girmenin verdiği heyecan, bir yandan o hiç tanımadığın insanların herşeyini karıştırma isteği, bir yandan bu isteği görmezden gelmeye çalışan utanç ve soluduğun her tozlu nefeste içimizi burkan o his; acımayla karışık üzüntü, üzüntüyle karışık korku.
dolaştık sağı solu, bir aşağı indik, bir yukarı çıktık. tam hatırlayamamakla beraber, utana çekine çekmecelere baktığımızı, büfenin dolaplarını açtığımızı, gerçekten nerdeyse herşeye dokunduğumuzu, tozdan sürekli hapşurdğumuzu ve bulduğumuz ufak tefek şeyleri alıp almamak konusundaki kararsızlığımızı hatırlıyorum.
ne kadar kaldık? belki yarım saat, belki biraz daha fazla.
sonunda çıktık evden.
üstümüzün başımızın perişanlığı bir yana, asıl ruhumuz dağılmıştı.
henüz çocuktuk, aşağı yukarı bir fikir sahibi olmakla beraber, bu evlerin nasıl böyle bırakıldığını hala aklımız almıyordu. kimin olacaktı bu kadar eşya? o sandalyeler, o güzelim masa? onlara kimse sahip çıkmayacak mıydı? sonları çöp mü olacaktı, hurda mı?

çıktığımızda elimizde bolca fotoğraf, zarif desenli bir fincan bir de pasaport vardı.
belki birkaç şey daha, G hatırlar, benim elimdekiler bunlardı.
eve döndük, herşeyi yerdeki halının üstüne döktük. işin doğrusu, evin tozunu olduğu gibi bizim eve götürdük. 
evdekiler bu durumdan pek hoşlanmamış olsalar da, biz bütün gün o insanların kim olduklarını, tam o sırada artık nerede olduklarını, bir gün dönerlerse arkalarında bıraktıkları hiç birşeyi bulamacaklarını düşündük.
çok üzüldük.

ben hala saklıyorum, pasaport ve fotoğrafları.
hic tanımadıgım insanların belki isteyerek, belki istemeyerek, belki de unutarak tarihe teslim ettigi küçücük anılarını. 
hep inanırım, çok istersen bağlanmak, bulmak, ya rüyana girer, ya karşına bir işaret çıkar, ya seni ona götürür birşeyler. belki torunlarının yolu düşer adaya, belki evi bulurlar, belki evden beni. çıkarır veririm onlara büyüklerinin resimlerini. 
anı böyle birşey sanırım, unutsak da ölmüyo
ve aslında bir süre sonra kimseye ait kalmıyo.
zihnimizinden çıktığı gün, tarihin tozlu sayfalarına, raflarına, çekmecelerine saklanıyo.
hiçbir şey aynı kalmıyo,
 "πάντα pει"denir ya, 
aslında herşey baştan sona o.

evet herşey akar,
suyun gittiği yere kadar,
ama benim dönüp dolaşıp yunan sularıyla yıkanmam,
artık belki de kader.