Wednesday, July 27, 2011

Dis-moi..



"Sens-tu le parfum que le vent ramène? Dis-moi encore que tu m'aimes.."


beni sev, sevme, ne farkeder.
bi ses her zaman uzaktan 'ben seviyorsam sen bahanesin' der.
ruzgarın tasıdıgı kokuyu duyuyor musun, sen ondan haber ver..
bana beni sevdigini soyle, bana ne istersen soyle,
sen bana hep biseyler soyle, yeter.


dısarıda duyulan satırlar,icimden yenilerini cıkartıyo bazen; aniden.

Tuesday, July 26, 2011

3B



***
I'm wild again, beguiled again
A simpering, whimpering child again
Bewitched, bothered and bewildered, am I

I've sinned a lot, I'm mean a lot
But I'm like sweet seventeen a lot
Bewitched, bothered and bewildered, am I
***

Saturday, July 23, 2011

Ben luleburgaz'dayken, televizyonda...


"(...) fanteziler gerçek dışı olmak zorundadır. çünkü istediğiniz şeyi elde ettiğiniz anda, artık onu istememeye başlarsınız. isteğin devam edebilmesi için, objesinin sürekli olarak eksik olması gerekir. istediğiniz o şey değil; onun fantezisidir. istek, çılgınca fantezileri destekler...
"sadece gelecekteki mutluluğumuzun hayalini kurarken gerçekten mutlu oluruz" derken pascal'ın anlatmak istediği de buydu. bugün geldi. bu nedenle "avlanmak, öldürmekten daha zevklidir.", ya da "ne dilediğine dikkat et deriz. " ona sahip olacağın için değil; ona sahip olduğun zaman artık onu istemeyeceğin için.
istekleriniz doğrultusunda yaşamak sizi asla mutlu etmez. gerçek anlamda insan olmak demek, fikirler ve idealler için yaşamak demektir. hayatınızı istediklerinizin ne kadarını elde ettiğinizle değil, yaşadığınız samimiyet, şefkat ve özveri anlarıyla ölçmek demektir.
çünkü sonunda kendi hayatlarımızı önemli kılmanın tek yolu diğer insanların yaşamlarına değer vermektir."


'life of david gale'



Thursday, July 14, 2011

Q


The moment I saw him smile
I knew he was just my style
My only regret is we've never met
Though I dream of him all the while

But he doesn't know I exist
No matter how I may persist
So it's clear to see there's no hope for me
Though I live at fifty-one-thirty-five Kensington Avenue
And he lives at fifty-one-thirty-three

How can I ignore the boy next door
I love him more than I can say
Doesn't try to please me
Doesn't even tease me
And he never sees me glance his way

And though I'm heart-sore, the boy next door
Affection for me won't display
I just adore him
So I can't ignore him
The boy next door

I just adore him
So I can't ignore him
The boy next door


***



bazen dusunuyorum, gitmeseydin, kalsaydın,
hayatın bazı köşeleri daha parlak olurdu sanki...
1983 - 2007

Thursday, July 7, 2011

WK


Japon arkadasım Billy, bi gun ders calısırken, kimbilir nereden acılmıssa konu,
"görmek gozle degil kalple yapılır, o yuzden bizim alfabemizde 'görmek' fiilini yazarken kalp sembolü kullanılır." demişti. hic unutmamıs, hemen bu lafı ajandama yazıvermistim.

o zaman bu zaman japonlardan cok hayran oldugum bir ırk yok dünyada.
estetik anlayıslarından yalınlıklarına, hayata bakış açılarından doğaya / gerçeğe ait herşeye ayrı bir sanat ve düşünce biçimi olusturmalarına, hep bayıldım.

bildigim ne kadar dil varsa, hepsinde wabi-sabi uzerine okumadıgım kitap kalmadı sanırım.

şimdi de baska biseylere sardım, cok heyecanlanıyorum ama, biraz sekle girsin, o zaman paylasırım...

Friday, July 1, 2011

how many lives in a life?

-nathan, amsterdam, bisiklet aksamı-

Paris'te devasa bir apartmanın daha da devasa arka bahcesinde elimde hortum, hortumdan fırlayan tazyikli su, çöp bidonu temizliyorum. kucucuk su damlaları bidonun dibinden sekip yuzume geliyo, üstüm başım sırılsıklam, etrafımdaki herşey çok kötü kokuyo. gözüm takılıyo, bi bakıyorum temizledim sanıp bidonlardan çıkan pislikler bütün bahçeye dağılmış. etraf çürük yaprak ve çiçek dolu. bidonları bırakıp, yere çöküp, yüzümü buruştura buruştura, yapmam gerekeni yapıyorum.
*
3 haftadır luxembourg'dayım. bir pazar sabahı otelin yanındaki tren garına gidiyorum, üstümde pijama. ilk tren nereye var diye bakıyorum, Köln'e, 1 saat sora. otele dönüp pijamamı çıkarıp üstümü giyinip alıp çantamı çıkıyorum. 1 saat sora trende, 3 saat sonra Köln'deyim. hayatımda hiç görmediğim bi ülkenin, hiç bi fikrimin olmadığı bi şehrinde, etrafımda konuşulanları anlamdan, tek başıma saatlerce dolasşıyorum. kilisede mum yakıyorum, bi lokantaya girip koca bi et yiip, bira içiyorum. almanlık yapıyorum, günübirlik.
*
bologna'dan istanbul'a dönüyorum. uçak milano'dan kalkıyo, ben kendimden büyük bavulumun üstüne oturmuş kıçım donarak beni bologna'dan milanoy'ya goturecek olan treni bekliyorum. gelmiyo. sciopero var diyolar, tren iptal. ama benim uçağa binmem lazım. gecenin 2sinde, o uçağı kaçırmamak için yapılıcak tek şey var. çeke çeke bavulu, taksi durağına gidiyorum. milano'ya kaç paraya gidersin diyorum adama, anlamıyo. uçağım var diyorum, yetişmem lazım. o ayki harçlığımın kuruşu kuruşuna hepsini taksiye veriyorum. doğru saatte havaalanındayım. alitalia kontuarına geliyorum, kimse gelmiyo. sciopero var diyolar, uçuş iptal. hayır vazgeçmiyorum, kavga gürültü, thy'e aldırıyorum kendimi. 2 saat sonra, istanbul'a doğru havadayım.
*
5inci kattaki müşterinin 'hoşlanmadığı'için geri verdiği 3 metrelik ağacı bizim dükkanın şöförünün yardımıyla 5 kat boyunca kucağımızda merdivenlerden aşağı indiriyoruz. değil kollarım, her basamağı indikçe elimdekinin ağırlığından başım bile zonkluyo. kapıya kadar gelip agacı kamyona yuklemiş, işkenceyi sonladırmışken, apartmanın kapıcısı "madame madame les escaliers!" diyo, dönüp bakıyorum, agacın saksısındaki topraklar dökülmüş basamaklara. fransız kapıcı beni bırakır mı, bıraksa ben pascal'in adına leke sürdürür müyüm? bu kez yine en üst kattan başlayıp, her basamağı bezle silerek, tek tek, basamak basamak, iniyorum. hayret, düşüp bayılmıyorum.
*
amsterdam'da bi aksamustu. bu sehri sevmiyorum, sevemiyorum ama, hava güzel, etrafımda yeni ama sevdigim arkadaslarım var, hayat da her zamankinden daha berrak sanki. herkesin elinde bira, 2 ayrı tekneden 2 ayrı muzik sesi yukseliyo. ben, bizim teknenin onundeyim, kulagımda ipod, ipod'da Sia'nin yeni albumu. repeatteki sarkı: 'never gonna leave me'. kendi kendime dans filan ediyorum. evet simdi bunu soyleyince farkettim ki, demek ki o an hakkaten mutluyum.o sırada, Nathan bana el ediyo uzaktan, bisikletin ustunden. gel diye sanki. kulagımdan cıkarıyorum kulaklıgı anlamak icin, -'vas-y on fait un p'tit tour du velo!' -nası yani arkana mı binicem ? diyorum, tabi diyo. hayatımda daha once hickimsenin bisikletinin arkasına binmedigimi farkediyorum. iniyorum tekneden, korka korka bisikletin arkasına oturuyorum. kulagımda hala bangır bangır sia. iki bacagımı da sagına atıyorum bisikletin, ellerimle Nathan'ın beline tutunuyorum. marinanin 1.20 enindeki daracık yolunda, iki tarafımız kanal, bildigin tırsıyorum. ama caktırmıyorum. - 'allez c'est parti!' - baslıyo pedalları cevirmeye, ben el yordamıyla kulagımdaki muzigin sesini biraz daha yukseltiyorum. Amsterdam'da bi aksamustu, teknelerin, kanalların arasında bir bisikletin arkasında kulagımda tam da o zamanın sarkısıyla ciglikla karısık kahkahalar atıyorum.
*
*
*
*
*
e ama simdi sen soyle, insan dedigin, hic aynı kalır mı?