Tuesday, May 27, 2014

tarihe not

içimde atlar, peşimden atlılar koşturuyo.
hiç birini ben çağırmadım aslında, hepsi kendiliğinden oluşuyo.
sonra diyorum ki, sen çağırmasan, nasıl çöreklenirler içine.
bak orda bile yine, yine, yine kendimi suçluyorum.
atların da, süvarilerinin de sorumlusu benim, tamam kabul ediyorum.

yıllar önce, henüz Paris'e gitmeden bile önce, tertemiz bir akılla bi yazı yazmıştım.
çalışma saatlerime, alacağım izinlere, atacağım adımlara karar veren bir iş, bir patron, bir hayat istemiyorum demiştim. ben çalışmak için gelmedim buraya demiştim. benim çalışkan hallerime aşina olanlar şaşmıştı bu dediğime; oysa buydu, tam olarak buydu demek istediğim.
ben hayata çalışmak için gelmemiştim.
ne için geldiğimi bilmiyor(d)um, ama bunun için olmadığı açıktı, netti.
birilerini inandırmak gibi bir niyetim yoktu, kimseyi kandırmak gibi bir amacım da.
buydum. inanmazsın ama, hala buyum.

zamanla o tertemiz aklım buharlaştı.
ruhum ağırlaştı, uçuculuğum kaçtı.
kendimi tüm olan bitenin içinde kaybettim, herkesin içinde boğulduğu bataklığa saplandı ayak bileklerim. kendimi yordum, yordum ve daha çok yordum. kendime kızdım, kızdım ve daha çok kızdım. 7de kalkan ege'yi niye 6'da kalkamıyo diye, zaten yapan ege'yi niye daha çok yapamıyo diye, zaten yazan ege'yi niye daha çok yazamıyo diye azarladım. ona olması gereken yerleri gösterdim, parmağımla olmadık yerler işaret ettim, neden hala ordasın dedim, neden burda değilsin diye sinirlendim. beni duymazdan geldiği her günün akşamını ona zehir ettim.

ne çok yordum kendimi,
ne çok bıktırdım.
ne çok sıktım kendimi,
ne çok sıkıldım.

günlerdir düşünüyorum.
bütün olan bitene bi son vermeliyim.
kendimin kendimle olan kavgasından çok yoruldum, birinin bağırmasını, diğerinin susmasını dinlemekten çok yoruldum. olamadığım, varamadığım, yapamadığım, tutamadığım, yakalayamadığım herşey için kendi kendimi hırpalamaktan çok yoruldum.
neysem o olduğumu, kendime bi şekilde tekrar hatırlatmam lazım.
o beni her kötü hissettirdiğinde aslında istediğimin bu olduğunu, olduğumun bu olduğunu, hatta zaten bu doğduğumu ona anlatmam lazım.

yıllar önce ege bi cümle yazmıştı,
"başarılı olmak gerektiği hepimize ezberlettirilen bir yalan, bu kısa yolculukta pencereden güzel manzaralar görelim yeter" demişti. şu an ağrıyan her yerime iyi gelen bu tek cümleyi, bütün yaraları kapatacak tek merhemi diğer ege'nin eline verip aslında bütün ağrıların onun bedenine ait olduğunu göstermem lazım.

atları sakinleştirmem, süvarileri o atlardan indirmem, hepsini bir bir azat etmem lazım.
kendimi biraz daha fazla sevmem lazım. olduğu, olmadığı, yettiği ve tüm yetemedikleriyle.

çünkü bunu yapamadığım sürece,
her yerim kendi tırnak izim, her yerim pençe.











Sunday, May 25, 2014

NBC



Cannes'dan, yine yeniden bir Nuri Bilge Ceylan geçti.
ayağımızın altındaki toprağa ait ne varsa, ezip geçmekten, yakıp yıkmaktan, yokedip unutmaktan bu kadar zevk alırken biz,
o, tüm vakurluğuyla, ellerinde tuttuğu gururu aynı topraklara zamansızca verdiğimiz en temiz insanlara hediye etti.
o, dünyanın en parlak palmiyesinin en kıymetli dallarından birine dönüşürken,
hikayesini anlattığı toprakların televizyon kanalları onu yok saymayı tercih etti.

bir kaç seneye esamesi okunmayacaklar ortalıkta kalabalık yaparken şimdi,
o, onlarca yıl saygıyla anılacak olmayı yine yeniden, çok fazla haketti.

naçizane,
 gururumuzsun Nuri Bilge Ceylan.




bir de, konudan bağımsız olarak,
en favori 'fena halde güzel insanlar'ım yine oradalardı...







Monday, May 12, 2014

tea, coffee or you?





her sabah birlikte uyanmak istediğin ne var?
kokusunu en derinine çekmek istediğin, 
tadını akşamdan sabaha özlediğin?

Sunday, May 4, 2014

G



it was the best of times,
it was the worst of times,
it was the spring of hope,
it was the the winter of despair.

C.Dickens

Thursday, May 1, 2014

wipe the miles away


All God's children need travelling shoes,
üzerine saatlerce konuşabileceğimiz haller var
ve hakkında hiçbir şey söyleyemediklerimiz.
sadece yürümek istediğimiz yollar var; nereye çıkacağını kestiremeyip
adımlarımıza karşı koyamadığımız.

Drive your problems from here.
kilidin sesini duyana kadar varlığının farkında olmadığımız pencereler var,
ve var gücümüzle kapatmaya çalıştığımız kapılar.
sadece nefesini ensemizde hissetmek istediğimiz rüzgarlar var;
ayaklarımızı yerden kesmesine ses çıkaramadığımız.

All good people read good books
okudukça kendimizi hatırladığımız kitaplar var,
ve bir elimizde makas, kendimizi içinden kesmeye çalıştığımız fotoğraflar.
sadece o an'ın tam da o noktasında olmak istediğimiz zamanlar var,
başımızı ne kadar döndüreceğini umursamadığımız.

Now your conscious is clear.
bir de ruhumuzun tüm buruşukluğunu ütüleyen,
sert köşelerimizin kat izlerinin üzerinden geçip sınırlarımızı dümdüz eden,
yok deneni var edip, varolanı tek bir hareketle sonsuzluğa sürükleyen,
anlar, anlar, anlar var.


şarkı çalmaya başladı, bana bunları yazdırdı. bu şarkı benim hayatımda öğrendiğim ilk ingilizce şarkıydı, daha önceki bir yazımda bahsettiğim o deri bavulun içindeki kasetlerden biriydi. çocukken ne dediğini hiç anlamadan ezbere söylerdim.
 hala ezbere ve hala yarısını anlamadan söylüyorum. 
zaten çocukluğumdan beri hayat böyle bişey benim için;
anlamak zorunda değilsin ama yaşamak zorundasın.
sevmek zorunda değilsin, ama denemek zorundasın.