Sunday, November 23, 2014

Q

ne zaman dersen, bundan tam 14 sene önce inanmıştım, hayatta tesadüf diye birşeyin olmadığına. kartalkaya'dan istanbul'a dönen bir arabanın arka koltuğunda uzaklara bakıp ne aradığını bile bilmeyen, ama bulmaya andlar içen ben, sonraki aylar boyunca başından geçen film gibi olaylardan sonra bir mayıs sabahı lisede sınıfa girmiş ve tahtaya kocaman harflerle "mucizelere inanın, çünkü gerçekten varlar!" yazmıştı. arkadaşlarım el yazımı da tanıyordu, hikayemi de. tahtayı gören yanıma koştu. tesadüf yoktu, olamazdı. mucizeydi ve benim başıma gelmişti. herşey bu kadar basitti.
hayat basitti.
biz çocukken, meğer hayat ne basitti.
***
bugün interstelları izlemek üzere gittiğimiz sinemada, sona kalan donakalanlar olarak kendimizi karışık kaset izlerken bulduk. irem 15 ya var ya yok, kendisi bir aslan kadını, yengeç'lerden illallah demiş. gel gör ki ulaş yengeç, aslında aslanlarla anlaşabileceği yazıyo, annesinden yürüttüğü astroloji kitabında. öyle yazıyo, ya da ulaş öyle okuyo, önemli değil. önemli olan, ulaş irem'i çok seviyo. ulaş irem'i o kadar çok seviyo ki, her sabah servis beklemek için kapının önüne yarım saat erken çıkıyo, çünkü irem'in servisi  onunkinden yarım saat önce geliyo, çünkü ancak o zaman irem'le geçirecek birkaç kıymetli dakika yaratabiliyo. irem pek anlam veremiyo buna, neden erken çıkıyosun ki diyo, e konuşuyoruz? diyo ulaş.
e yalan değil.
***
nasıl ki o filme gitmemiz tesadüf değildiyse, benim 14 sene önce bir sabah servis beklemek için sokağa erken çıkmam, ve onun tam da o zaman önümden geçmesi de tesadüf değildi. kartalkaya'dan istanbul'a dönen bir arabanın arka koltuğunda uzaklara bakıp ne aradığımı bilmeyen ben, aradığımı bulmuştum bir sabahın kör şafağında. tanımıyordum, ne olduğunu bilmiyordum. ama sabahın o saatinde önümden geçtiyse, demek sonsuza kadar paralel değildi yollar, kesişiyordu bir yerde. o gündü işte, mucizeleri tahtaya kazıdığım gün. o gündü, bir zamanlama hatasıyla kendi mucizemi yarattığım gün. ertesi gün yine çıktım o saatte sokağa, yine güneş doğmadan daha. kalbimin sesinden yokuştan inen arabaların sesini duymaz olmuştum. yine geçti. oydu. yoktu şüphe, kesin oydu.
ertesi gün, yine. ertesi gün yine. 2 yıl boyunca her sabah, yine.
sonrası, başka hikaye.
***
nasıl ki tüm bunlar tesadüf değildiyse, bundan tam 7 sene önce, paris'e taşındığım hafta, bir pazar günü kucağıma laptop'u alıp hürriyeti açmam da tesadüf değildi elbette. o fotoğrafın karşıma çıkması da.  yüreğimin sıkışması, ellerimin titremesi, içimin boşalması, nefesimin kesilmesi de. kalbimin gürültüsünden konuşulanları duymaz olmuştum. resimlere baktım, cümleleri okudum. olay yerinde verilen bir can vardı, "tüm müdahalelere rağmen kurtarılamayan." arayıp da bulamadığım, bulup da bir türlü elini tutamadığım, uğruna karışık kasetler değil ama karmakarışık sayfalar doldurduğum, mektuplar yazıp arabasının camına kıstırdığım mucize, aşırı hızla yükselmişti göğe. sokağa fırladım, bi yürüdüm, bi durdum. bi ağladım, bi sustum. beni tanıyan herkes tek tek aradı, ben bütün kelimelerimi yuttum.
***
ve elbette tesadüf değildi, onun evinden 3 adım uzaktaki evimde değil de, herşeyden binlerce kilometre uzakta olmam. beni uzaklık sakinleştirdi. beni her konuda olduğu gibi, bunda da uzaklık ehlileştirdi. kartalkaya'dan istanbul'a dönen bir arabanın arka koltuğunda uzun uzun dışarı bakan ben, günlerle, gecelerle, titrek elleri ve kesik nefesiyle, buna da alıştı. bunu da kabullendi.

kabullenemediği tek birşey kaldı;
24, ölmek için çok erken yaştı.


Wednesday, November 19, 2014

BE




daha yürümeye başlamamıştık, cenazenin gelmesini bekliyorduk.
binlerce kişiydik. elinde siyah şeritle bağlanmış ekmekler vardı insanların. 
pencerelerden ağlayan insanlar sarkıyordu. onlardan farkımız yoktu ya,
biz ağlamıyorduk. nereden geldiği belli olmayan derin bir cesaret ve metanetle bekliyorduk. 
sonra bir kadın yanaştı yanıma, elime bir plastik bardak tutuşturdu. içinde helva.
 "al kızım" dedi. 
aldım. göz göze geldik, "allah kabul etsin" dedi. hiçbişey diyemedim, başımı salladım.
metanetim buhar oldu, ağlamaya başladım.

***

"biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya,
sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya,
anamız çay demliyor ya güzel günlere,
sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa,
sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız,
bu, böyle gidecek demek değil bu işler,
biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz.
ama bir ağızdan tutturdugumuz gün hürlüğün havasını,
işte o gün,
siz tanrılar bile kurtaramaz. "

C. Süreya

Tuesday, November 18, 2014

akm

istanbul'da 60'larda, 70'lerde yapılmış modern binaların yapılışları, yaşanışları ve gözyaşartıcı akıbetleriyle  kafayı yemeye başladığım aşikar. kendimi eski istanbul bloglarından, mimarlık sitelerinden, yapı.com'lardan, arkiteralardan alamıyorum. itü kütüphanesine gidicem yarın, aradıklarımı bulmaya, kaç saatte çıkarım bilmiyorum. kan çekiyor diyenler olur, doğrudur, ama sırf kanım değil, canım da çekiyo. müthiş bir haz alıyorum o binalara bakarken. daha önce de anlattığım gibi, nedenini benim de anlayamadığım bir zevk bu benim için. Tati'nin yemelere doyulmaz filmi Mon Oncle' unu da aynı açlıkla izledim mesela kaç kere, o net çizgiler, o yalınlık, o soğukluk ve aslında bir arkadaşımın dediği gibi 'hayatımızdaki tüm robotlaşma ve sanayileşmeyi başlatan' o fonksiyon aşkına bayılıyorum. Filmde amcanın evin modern mutfağına girip de hiç bir aleti kullanamaması gibi, biz de kullanmayı becerememişiz işte o güzelim evleri, batmış bir tarafımıza.  Taşralılığımız, para hırsımız, çıktıkça çıkılan katlara düşkünlüğümüz, paçalarımızdan akan rüküşlüğümüzle olduramamışız, alışamamışız.


bunları dedim de, aslında demek istediklerim bu değildi. 
gözümün önüne düşenler, tüm bunlardan daha acıklı, daha kişisel, daha hikayeli. 
60'larda yaşamadım, o bayıldığım evlerde oturmadım. bazı arkadaşlarımın olduğu gibi, çocukluğumdan kalma da olsa bulanık anılarım bile yok. 

ama AKM'yle var. hem de ne çok var. 
ilkokul boyunca neredeyse her cuma akşamı ananem ve dedemle senfoni konserlerine sürüklendim. allah biliyo ne ıstıraptı. ilkokul çocuğu ne anlar senfoniden, klasik müzikten, benim o ara tek dinlediğim şey Yonca Evcimik. okul bitmiş, istiklal marşını söylemişiz, önümüzde koca haftasonu, ama benim önümde atlatmam gereken bir sınav daha var. yaş ortalamasının 82 olduğu o kocaman, bana o zamanlar daha da dev gibi gelen o salonun koltuklarında ananem, dedem ve her hafta orada görüştükleri arkadaşlarıyla otur, artık bahtına ne çıkarsa, dinle. bir keresinde walkman'le kaset dinlemeye kalkışmıştım da dedem yakalamıştı beni. düşünüyorum da şimdi ne cesaret, ama hak da veriyorum, çünkü ne eziyet.
o senfoni gecelerinden sonra çok sık yine gittim tabi AKM'ye, aklım bişeylere biraz daha erdiğinde, hatta arkadaşlarımızı dinlemeye, tiyatro izlemeye. o güzelim merdivenlerini çıktım, konserler bitti, kimbilir kaç kere kalabalıkla ağır ağır indim. soldaki merdivenlerden çıkarken duvarda oyuncuların siyah beyaz resimleri vardı, çocukken gülriz sururi'ye takılırdı gözüm, hep korkardım. sağdaki yuvarlak merdivenleri severdim ben, havada yürür gibiydin, uçar gibi çıkardın oradan.


durup dururken bunları anmam, yazmamın bir sebebi var elbet. o merdivenlerin, balkonların, fuayenin şimdiki halinin bazı fotoğraflarını gördüm demin. tahmin ediyordum tabi neye benzediğini. gördüğüm şey tam da tahmin ettiğim gibi, bitikti. hırpalanmış, tartaklanmış, yılların öfkesi, nefretiyle tekmelenmişti elimizden alınan onlarca şey gibi. bir sinema, bir profiterolcu, 3-5 ağaç gibi görünseler de hepimizin çocukluğu, gençliği, özgürlüğü, sesi nefesiydi hepsi. şimdi diyorum ki, keşke o bana eziyet gibi gelen, kimbilir kaç cuma girip çıktığım o kapının önünde, o kocaman insanların arasında küçük küçük çıktığım merdivenlerde, o sıkıla sıkıla beklediğim fuayede, o walkman dinlemeye kalkıştığım salonun koltuklarında bir fotoğrafım olsaymış. bu şehirde yarın ne göreceğimizi, ne göremeyeceğimizi asla kestiremezken, bugünlerim ve yarınlarım için, akm'yle bir fotoğrafımız kalsaymış.

bu yazıya başlarken aklımdan geçen bulduğum fotoğrafları buraya koymaktı, yapamadım. onca çirkinliği, bir de buraya taşıyamadım. sadece bir tanesini, kronolojik düzeni anlatması açısından koydum. bugün senin olanın yarın kimin olacağını bilememek, hangi adımının son olacağını kestirememek, ama yine de sahip olduklarının kıymetini bilmek ve şikayet etmek yerine keyfini sürmek, bize sıklıkla verilen hayat dersleriydi hep. şimdi o dersleri yaşadığımız şehir için tekrar hatırlamamız gerekiyor. pencerenizden görünen ağaca bir kez daha bakın, her gün önünden geçtiğiniz o eski apartmana da. istiklal'de başınızı kaldırıp yürüyün, o balkonları unutmayın, bazı ara sokaklarda ise yerdeki arnavut kaldırmlarından kaldırmayın gözlerinizi.

 çünkü bu şehirde neyi en son görüşünüz, asla bilemezsiniz.