Saturday, August 20, 2016

Monday, August 15, 2016

tanrının tek güzel tanımı...

...başka özgürlüklerin de var olmasına izin veren özgürlük.

Tek bir sebebi hepimiz paylaşırız; bu dünya kadar gerçek, ama ondan farklı dünyalar yaratmak. Bu yüzden plan yapamayız. Dünyanın bir makine değil bir organizma olduğunu biliriz. Akıllıca yaratılmış bir dünyanın onu yaratandan bağımsız olması gerektiğini de biliriz, planlanmış bir dünya (planlandığını iyice açık eden bir dünya) ölü bir dünyadır. Karakterlerimiz ve olaylarımız ancak bize karşı çıkmaya başladıklarında canlanır. Charles, Sarah'yı uçurumun kenarında bıraktığında ona dosdoğru Lyme'a dönmesini emrettim. Ama dönmedi; nedensiz yere dönüp mandıraya gitti. 
Şunu belirtmeden edemeyeceğim; - ki en güvenilir tanık da benim - bu fikir benden değil de Charles'tan gelmiş gibiydi. Bu sadece onun özerklik kazanmaya başladığını göstermiyordu, onun gerçek olmasını istiyorsam kendi yarı-tanrısal planlarımdan vazgeçip onun özerkliğine saygı duymalıydım.  (j. Fowles / fransız teğmenin kadını)

***



Kendi çeyrek-tanrısallığımı Fowles'un ulu-tanrısallığı ile kıyaslamıyorum elbet, haşa. ama şu satırları okuyunca anladım, meğer bu garip hali kendi ulu-tanrı'larımdan biriyle paylaşıyor olmak ne kadar zaruri bir ihtiyaçmış. cem'in bana düşünmeden ve hiç durmadan yaz dediği günün akşamından, geçtiğimiz ayın ortalarında bir güne kadar, hep aynı şey oldu. başlarken anlamadım, zaten bilmiyordum da bu durumun varlığını. birilerini yarattım önce; ya da belki de onlar doğmak istedi, şimdi düşününce. ama o etrafta sıklıkla duyduğum "onlarla yatıp kalkıyorum, sürekli onları düşünüyorum" hallerine hiç giremedim. bir süre zaten bunu da garipsedim. masanın başından kalktığım an yazdıklarımın hepsini, herkesi, neresi olduğu hala belli olmayan yerleri anında unutuverdim. gün içinde aklıma geldiklerinde ise onlara geri döndüğümde koyacağım ilk cümlenin ne olacağını hiç bilemedim ve bu sisli histen hep korktum. ya takılırsam dedim, ya durursam dedim. sonra ne zaman masanın başına geçtim, hep aynı şey oldu. biri yürümek istedi, yürüdü. sonra küt diye düştü. kaldırayım dedim, yok dedi, biraz böyle durayım. öbürü bir gün bir yerlere gitti, kal orada dedim, yok dedi döneyim. birine konuş, derdini anlat dedim, çekindi. diğeri hiç beklemiyorken, of hem de en olmayacak yerde neler söyledi! ben sadece izledim. resmen kendi ellerimi, parmaklarımın bastığı harfleri, karşımda beliren cümleleri izledim.

ne anlamsız, şimdi anlatınca.


ortaokulda sürekli hikayeler yazdığım bir defterim vardı. ne yazık ki ömrümde saklamayı beceremediğim ve sanırım sonsuza kadar kaybettiğim tek defterim. okuldan gelip, odama kapanıp -artık çoğunu hiç hatırlamadığım- hikayeler, insanlar, hep bir şeyler yazardım. bir tek günü çok iyi hatırlıyorum; bir tek hikayeyi. istanbul'un fakir bir semtinde yaşayan bir kız çocuğunun hiç kimsenin sözüne aldırış etmeyip o güne dek hiç göremediği denizi görmek ve ayaklarını suya sokmak için yola çıkışı. trafiği, insanları, hiç bilmediği sokakları, şehrin daha önce hiç görmediği yüzünü başarıyla atlatışı. nihayet denizi uzaktan görüşü. ve sonra tam yaklaşacakken, olduğu yerde denize heyecanla bakakalmışken yandan gelen arabayı farketmeyip o arabanın altında kalışı. denize hiç dokunamayışı.
yazarken annem gelmişti odama, ben perişandım. saatlerdir ağlıyordum; çünkü o küçücük kızın ölmesini ben istememiştim, benim planım öyle değildi!
denize ayaklarını sokacaktı daha, o allahın cezası araba da nereden çıkmıştı?
bütün akşam ağladım. ben yaratmıştım ama başkası öldürmüştü sanki.
o ağırlığı, o hiç bir yere oturtamadığım suçluluk hissini hala unutamıyorum.

dün gibi, şimdi anlatınca.

demek ki dön dolaş hep aynı hissiyat.
sen yapıyorum sanıyorsun da, aslında hiç senin tariflerinle pişmiyor hayat.








amen.



kokusu  burnumun,
kokusu saçlarımın,
kokusu elbisemin eteklerinin ucunda.

ah, ne çok özledim.