Monday, December 30, 2013

görüyor musun arkadaşım?



sevgili arkadaşım,
yine bir yıl bitti. sen uzaksın, ama bak, hala sana yazıyorum arkadaşım.
sen gittiğinden beri burada hiçbir şey aynı değil, hayat artık daha zor arkadaşım.
konuşmadan oturuyoruz haftalarca, konuştuğumuzda ise tek konumuz karanlıklar.
çok düşünmeyenlerimiz, fazla anlamayanlarımız, belki de artık en şanslılarımız arkadaşım.

televizyonda söylüyorlar, yeni yıl yenilikler getirecek, herşey aydınlanacakmış.
hayat daha parlak olacak, hava tertemiz kokacakmış.
bekliyoruz arkadaşım.
bazı şeyleri hiç beklemiyormuş gibi yapıp sonsuza kadar beklemek,
tam da bize göre değil mi arkadaşım?

her gün eğlenecek, herkesin karnı doyabilecek,
gülecek, gülecek, daha çok gülecekmişiz; böyle söylüyorlar arkadaşım.
uzaklara göç eden kuşlar dönecek, sağırlar duyacak,
konuşulmayan kelimeler ağızlardan dökülecek,
herkesin en gizli ümitleri yeşerecekmiş arkadaşım.

görüyor musun arkadaşım, neler söylüyorum?
görüyor musun, mutlu olmak için neler uyduruyorum?
biraz daha gülebilmek, herşeye rağmen ümit etmeye devam edebilmek için,
görüyor musun, neler yazıyorum sana arkadaşım.

ama biliyor musun,
bu yeni yıl da bitecek, kullanmaya kıyamadığın ayakkabılarının en beklemediğin yokuşta cilasının solması gibi,
bu yeni yıl da eskiyecek.
yine ümit edecek, yine kırılacak, yine sevinecek, yine dökülecek, yine dirilecek, yine güleceğiz.
dünya dediğin insan için yaratılmamış olabilir ama, bu hayatlar, bu hayatlar bizim arkadaşım.

biz, yaşamaya devam edeceğiz.
ve ben, ben hep sana yazmaya devam edeceğim arkadaşım.

***

bu şarkıya olan sevgimden sıkılanlar olabilir. veya neden bahsettiğini anlamayanlar da.
aşağı yukarı, benim yukarıda yazdıklarım. 
bir arkadaştan diğerine, uydurulmuş umutlarla dolu bir mektup.
geçen yıl Lucio öldü, bize şarkıları kaldı,
bu yıl çocuklar öldü, bize umutlar kaldı.
bize miras kalan şarkıları kalbimizde, umutları omuzlarımızda taşımak,
onları paylaşmak, yeşertmek, büyütmek boynumuzun borcu. 
çünkü şarkılar da, umutlar da yarınlara kalabildiklerinde gerçekten yaşarlar.

bu yeni yılda,
şarkılar söyleyin, kocaman umutlar büyütün, kalbiniz yettiği kadar çok sevin ve o sevdiklerinize mektuplar yazın arkadaşlarım.
hayatın çekirdekleri bunlar.
gerisi boş, gerisi kabuk.






Friday, December 13, 2013

2:40




yıllar önce, ülkeler arası bir tren yolculuğu yapıyordum, tek başıma.
önümde defter açıktı, bi elimde kalem, bi elimde kağıt bardakta çay vardı.
hava tertemizdi. hava muhtemelen çok soğuktu.
havada o trenlere has ağır huzur asılıydı. istesen de kaçmayan, uçmayan o "tren huzuru".
başımı dışarı çevirdim. solda, hafif aşağıda, gölde yüzen birkaç kuğunun fotoğrafını çeken bir adam gördüm. suyun üzerinde uçar gibi süzülen birkaç kuğu. rayların üzerinden uçar gibi geçen birkaç saniye.

bazen hayat dediğin tamamen çarpışma üzerine.
bazen hayat dediğin tamamen başını çevirip çevirmemen üzerine.

önüme döndüm, defterime "kuğuların değil, kuğuların fotoğrafını çeken adamın hareketsiz çabasındaki zarafeti anlatabilmek" yazdım.
bu uzun cümleyi hiç unutmuyorum, çünkü o eşsiz anı bu uzun cümleden başka hiçbir şeyle tanımlayamadım.

uzun ve tanıdık yolların ortasında tanrı'nın bir göz kırpışı oldu o an.
bu uzun ve tanıdık şarkıdan da aynı kuğular geçiyor, aralardan birkaç an.

bazen hayat dediğin tamamen anlar üzerine.
bazen hayat dediğin tamamen anları anlayıp anlamaman üzerine.

Thursday, November 21, 2013

75


ve gitmeli, ve gitmeli ve daha çok gitmeliyiz.
mümkünse avrupa'ya.
hayır mümkünse değil, mutlaka.
insanlar suratsız, insanlar soğuk, insanlar mesgul, insanlar umursamaz, insanlar umarsız olmalı.
insanlar tam da istediğim gibi olmalı.
kahve güzel, şarap en güzel olmalı.

ve yürümeli, ve yürümeli, ve daha çok yürümeliyiz.
dünyanın bütün yollarını.
ağzımızda kahve, ağzımızda şarap tadıyla,
dünyanın bütün yollarını yürümeliyiz.

ölmemek için,
ölmeden önce anlatmak için.

"biz dünyanın tüm yollarını,
ağzımızda kahve, ağzımızda şarap tadıyla yürüdük"
demek için..

zaten herşey,
birşeyler demek için.


(soundtrack: Ron - non abbiamo bisogno di parole)

Tuesday, November 19, 2013

fyi


of. ne kadar çok şey söylemek istiyorum,
ne kadar içimden taşıyo, bilemezsin.
bunu okudum, ne çok şey anlatmak istedim bilemesin.
kendimi, onu, bunu, ne çok şeyi düşündüm aynı anda,
ne hızlı hikayeler dönüverdi kafamın içinde, 
bilemezsin.

ama işte, bütün o akan kelimeleri başka bir yere döküyorken,
bütün yünlerimi ilmik ilmik başka bir şeylere örüyorken,
konuşamıyorum, yazamıyorum, anlatamıyorum, uyduramıyorum.
yazıyorum da, kendime o hep bildiğim gibi yazdıramıyorum.

ne kadar gider bilmem, iyi mi gider bilmem,
illa geri dönerim bi gün ama,
döndüğümde bekleyen olur mu,
 bilmem.




Saturday, October 26, 2013

w/




"either way, win or lose,
when you're born into trouble you live the blues."



Wednesday, September 25, 2013

75



"koşarken peşinde beş para etmez şeylerin,
mevsimler geçti aklımdan,
duvarda asılı tescilli hüzünler,
birkaç mucize anı, 
belki de küçük şeyler..."

Tuesday, August 27, 2013

NY




bazı evler aslında benim,
sadece henüz farkında değilim.

(via thecoolhunter)

Thursday, August 22, 2013

2208



(...)

ben bazen eksilirim biraz
aslında hepimiz eksilirmişiz biraz
bunu sonradan öğrendim.
ben aslında her şeyi sonradan öğrendim
herkes herkesi sonradan öğrenirmiş
bunu da sonradan öğrendim...

(...)

Turgut Uyar

Tuesday, August 20, 2013

love is patient.



hiç birşey tesadüfen olmaz,
hiç bir şarkı tesadüfen çalmaz.

Friday, August 16, 2013



her sene bu zamanlar,
büyük heveslerle beklediğim tek şey var.

e biliyosunuz artık.

Monday, July 29, 2013

5




5 kişiydik.
yanımızda deniz vardı, masamızda rakı.
inanmazsan dediklerime, şahidimiz onlardı.

konuştuk.
olanlardan, olmayanlardan ve olduramadıklarımızdan;
görenlerden, görmeyenlerden ve gösteremediklerimizden;
bitenlerden, bitmeyenlerden ve bitiremediklerimizden;
unutanlardan, unutmayanlardan ve unutamadıklarımızdan.

kaç cümle kurup, 
kaç ünlem, kaç virgül, kaç soru işareti koyduk,
keşke biri sayabilseydi.

saatleri tükettik.
nefesimizi tükettik.
rakıyı tükettik,
deniz tükenmedi.

ve biz gördük ki, 
hayatımızın mozaiğindeki tüm dakikalar boyunca,
ve biz amaçsızca uyduruk amaçlar yaratırken,
hayat bazen ayaklarımızın altından,
bazen sırtımızın üstünden,
bazen gözümüzün önünden geçti.

birbirimize baktık, kendimizi gördük.
gördüğümüz gibi de,
sesimiz zor yetti, kelimelerimiz bol geldi.

birbirimize baktık, geçen zamanları gördük.
geçerken aldıklarını, verdiklerini ve bizimle alıp veremediklerini.

birbirimize baktık, ve farkettik ki,
o meşhur klişeye özne olduk.

"hiçbir şey dışardan göründüğü gibi değil"
derler ya,
değilmiş, değiliz, değilim.
peki ben sana neyim? unutmadan söyleyeyim;
ben sana gösterdiğim kadarımın, anladığın kadarının, aklında yarattığı şekil kadarım.

kırıklar, ağrılar, mideye oturan taşlar tükendi.
gözyaşları tükendi.
derin alınan nefesler, uzun verilen soluklar tükendi.
en sonunda rakı da tükendi.

ama gel gör ki,
bir dostlar, bir de deniz,
bugüne dek hiç tükenmedi;

her seferinde onlara sığındıysak,
bizim de bir bir bildiğimiz var;
sağolsunlar.











Thursday, July 25, 2013

siz?


çocuğum olur mu bilmem, 
olursa bu ülkede büyür mü bilmem, 

gün gelir evlenmek ister mi bilmem. 

tek bildiğim, eğer tüm bunlar olursa, 
evlenceği kişinin annesine babasına soracağım tek sorum artık hazır:




"siz de Gezi'de miydiniz o haziran?"








Monday, July 15, 2013

change


demin hatırladım;
pencerenin içinde küçük deri bi bavul dururdu.
içinde de kasetler.
o zamanlar, sadece kaset vardı.
birini çok severdim.
karar vermiştim ki, o bitanesi 'benim'.
kimbilir kaç yaz üstüste hep onu dinledim.
ingilizce bilmeden, ingilizce şarkılar ezberledim.

bi de köpeğim vardı.
bütün gün yanında otururdum, toprağın ortasına.
bazen başımı gögsüne koyardım, zaten baksan, onun kadardım.
o zamanlar, sadece köpeğim vardı.

bir de, aynı bu fotoğraftaki gibi bir kumsal vardı.
hep dedikleri gibi, uçsuz, bucaksız.
ya ben küçüktüm, ya kumsal büyüktü, bilemedim.
o zamanlar, oralarda sadece bir kumsal vardı.

sonra o yılları o deri bavula koydular,
kimbilir nereye yolladılar.
müzikler çaldılar gidenlerin arkasından, 
biz selam durduk onlara o bakir kumsallardan. 
ne kaldı dersen elimizde,
onlardan geriye, bi ben kaldım.
bi de bi şarkı; 'benim şarkım'.

"if everything you think you know,
makes your life unbearable,
would you change?"

demin hatırladım dediğime de bakma,
hiç unutmadım. 



Thursday, July 11, 2013

mal de vivre

açıp açıp şiir okuyorum.
yıllardır böyle, ne zaman içim sıkışsa hep onlara koşuyorum.
cemal süreya, turgut uyar, metin altıok, birhan keskin.
onlar konuşuyolar, ben dinliyorum. 
onlar hep aynı şeyleri söylüyorlar, ben hep başka şeyer duyuyorum.

sonra onları bırakıyorum, dergileri karıştırıyorum.
uzak ülkelerdeki güzel evlere bakıyorum.
timbuktu, cape town, oslo, güzelim paris.
o ahşap yerlere ne güzel çıplak ayakla basılır, tavanlar ne kadar yüksek, mutfak ne ferah diyorum.

sonra biraz çalışmaya çalışıyorum.
iniyorum, çıkıyorum, konuşuyorum. 
ellerim kirleniyo, ellerimi yıkıyorum.
içimden tek bişey eklemeden sadece gerekenleri yapıyorum.

geliyorum gidiyorum, elimi gene kitaplara atıyorum.
japonların çay ritüllerini, kendilerini nasıl wabi - sabi'ye adadıklarını okuyorum.
ben de yapabilmek istiyorum. 
sanırım yıllardır, gerçekten ve sadece bunu istiyorum.

başka hayatlar da var,
başka hayatlar da mümkün biliyorum.
camdan dışarı bakıyorum.
geçen ay Allahsız RTE yazmışlardı karşımdakı duvara,
üzerini beyaz boyayla kapamışlar, yeni görüyorum.

benim de ciğerlerimi beyaz boyalarla boyamışlar sanki;
buram buram tiner kokuyorum,
nefes alamıyorum.





resim: simon birch

Thursday, July 4, 2013

-sanırım- ben tekim.

yaz mevsimini samimiyetsiz buluyorum. 
deniyorum, bu hissimden vageçemiyorum.
kışın sarmalayan sıcaklığı değil sanki onunki, 
çok daha sinsi, çok daha yorucu, çok daha soğuk bir sıcak.

yazın doğdum, deniz kenarında aydınlıkla büyüdüm,
sanma ki melankoliğim; hayatı hep inadına, hep çok sevdim.
ama her yıl tekrar tekrar ve inatla denememe rağmen, 
ne zaman ki sıcaklar değmeye başlıyo tenime,
ne zaman ki gözlerimi kırıştırıyorum güneşten,
ne zaman ki nefes alınmaz oluyo bu şehrin sokaklarında,
-ve aslında tüm adımlarımda-
ben koşa koşa kışın kollarına kaçmak istiyorum.
karşımda bir ayna açılsın, üç ay sonrasına uyanayım istiyorum.

soğuk istiyorum. 
yakıcı, keskin soğukları özlüyorum.
her yaz, bana çarpan tüm sıcağı kucaklayıp size vermek istiyorum;
seve seve. 
karanlık bi hava, sarı lamba ışığı, beyaz kar parlaklığı,
 erken biten günler, bi türlü bitmeyen geceler istiyorum.

mutluluksa, ben hep mutluyum;
ama kışın, 
evet kışın birazcık daha mutluyum.

ha bi de, 
merak etme,
beni anlamanı beklemiyorum.






"yağmur, teşekkürler..."
çalmaya başladı, ve bana bunları yazdırdı.









Friday, June 28, 2013

High Hopes

karşına çocukluğunu alıp tek bişey söyleyebilseydin, 
ne söylemek isterdin?

"korkma."
"durma."
"koşma."
"uç!" ya da, "aman ha, uçma."
"bil", ama "bilmiyorsan uydurma."

"sanma."
"umma."
"olma."

***



Taoist ya da nihilist olmayı öğretemezsin bir çocuğa.
çünkü çocuk olmak ister, oldurmak, oluşturmak ister.
elinde sonsuz imkan ve ihtimaller varken yaratmak ister.
kumdan, kilden, taştan, topraktan veya tamamen hayalden var etmek ister. 
çocuğun sahip olduğu ne kadar azsa varettiği de o kadar çoktur ya, 
ve aslında bu insanlığın en yalın halidir ya,
bizim oldurduklarımızı azaltmaya calışmalarımız hep o  halimize dönme güdümüzdendir aslında.

***

olma çocuk. 
hiçbişey olma.
sahip olma, ait olma.
çatlakların olsun, oyukların olsun.
yarıkların ve çürüklerin olsun.
eksiklerin olsun, hep daha çok olsun. 
sen zaten varsın, bırak boşluklarına hayat dolsun.

umma çocuk. 
sanma. 
ummaya başlarsan dünya yetmez.
sanmaya dalarsan sonu gelmez.
sen sadece ol.
olmadıklarınla, olamadıklarınla ol.

bana bir keresinde demişlerdi ki;
"ateş kendini yakamayandır."
sonra çok düşündüm bunu. 
var olduğun kadar yok olmadığın sürece, 
aslında hiçsin çocuk.

yok ol.
ve bunu düşün.
yok olarak varolmayı düşün.
sahip olmadan zengin olmayı,
ait olmadan sarılmayı düşün.
bir tek şey öğreneceksen bu hayatta,
sadece bunu öğrenmeye çalış çocuk.

bana inanmiyorsan o büyük insana inan.
çünkü o da söylemiş zamanında;

"bir testi yaparsın çamurdan, içindeki boşluktur onu yararlı kılan."







Wednesday, June 26, 2013





yaşadığın her andan sonra
-her andan da önce-
ölebilecek durumdaysan,
gerçekten yaşıyorsun demektir.

O. Aruoba

Monday, June 24, 2013

Hopper




ruhlarımız rendeleniyor, 
mütemadiyen.

onun resimlerindeki ağırlık ve huzur,
hepimize gereken.






Wednesday, June 19, 2013

süt kokulu devrim

bu yazıyı yazmak için çok bekledim. ne zaman yazmak istesem, beceremedim.
3 haftadır yaşadıklarımız o kadar yoğun ki, benim kelime dağarcığım ve klavyembir türlü anlatmaya yetmedi.eminim yine kifayetsiz kalacak kelimeler, ama biraz olsun anlatsın, biraz da ileride o günleri hatırlatsın, bana yeter. 


parka ilk gittiğim gün çimenlerde yayılan insan sayısı 200, bilemedin 300ü geçmiyordu.
henüz -bu bile göreceli ya- hiçbirşey olmamıştı.
TOMA ne demek bilmiyoduk, gaz yememiştik, başına geleceklerden habersiz bir avuç insandık.
belki de daha önce hiç çimenlerinde oturmadığımız bi parkta toplanmıştık. niye?
"3-5 ağaç için" mi? evet, belki de.

o ilk gün, akşama kadar oturdum. yanımdaki kızlardan Leman'larını istedim, biraz onu okudum.
ortalıkta bir kız çocuğu dolaşıyordu, "ağaçlar kesilmesin, Tayyip gitsin!" gibi birşeyler bağırıyordu sürekli, belli ki bu cümleleri onu uzaktan gururla izleyen annesi ezberletmişti.
sonra yavaş yavaş hava karardı, akşam oldu.
çok kalabalık oldu.

ve ilk kez o gün, yeni bişeyler oldu hayatımızda.
biz daha önce hiç görmediğimiz şeyler gördük.
parkın bi tarafında 'zıplamayan tayyip olsun!' diye müthiş bir senkronizasyonda ziplayan yüzlerce kişi, biraz ileri yürüyüp sağa baksan halay çeken koca bir grup, diğer tarafta türküler söyleyen kızlar ve etrafındaki kalabalık, yolun en ucunda da elinde mikrofo, onu dinleyenlere yarı beatbox yarı slogan çığıran bi genç. bunların hepsi aynı çatının altına gelir miymiş? diye şaştık önce, çatı değil ama, ağaçlar birleştirirmiş dedik sonra.
eğer ilerleyen günlerde olacakları o ilk geceden görebilseydik, içimizdeki coşku sönüverirdi bir anda. çünkü o gece herşeyin başıydı. ve herşeyin başı, o gecenin sonrasıydı.

sonrası dediğim; çok aydınlık, çok karanlık, uykusuz, gururlu, bakımsız, umutlu, eski dostlar ve yeni arkadaşlarla dolu, duman siyahı, gaz beyazı, viks kokulu, rennie tatlı günler.
en çok boğulduğumuz ama ilk kez nefes aldığımız günler.
aldığımız her nefesin ilk kez kıymetini bildiğimiz günler.

o güzel akşamdan sonra, bir daha kapanmamak üzere bazı kapılar açıldı.
hayat kapılarını açtı; çoğumuz için ilk kez.
biz hayatla tanıştık. hayat bizimle tanıştı. beklenmeyen misafir olduk ama masaya kendi yemeğimizle oturduk. torbamızdan umut çıkardık. kardeşlik çıkardık. güç çıkardık. bir de el emeği göz nuru, ev yapımı birkaç techizat çıkardık.

maskemizi taktık, ilk günden biber gazının ne demek olduğunu, onun o sinüslere oturan acısının nasıl bişey olduğunu öğrendik.
her saldırı olduğunda panik olmaya gerek yokmuş, olduğumuz yerde durup arkamızı dönsek yetermiş; kalabalıkken en tehlikeli şeyin galeyana gelmek olduğunu öğrendik.
sakin olmayı, sakin kalmayı, birbirimizi sakinleştirmeyi öğrendik.
kaçmayı öğrendik. durmayı öğrendik.
dik durmayı öğrendik.
el mecbur, yeni sloganlar öğrendik. sokak ortasında, bağıra bağıra birilerinin anasına küfretmekten utanmamayı öğrendik!
barikat kurmayı öğrendik. barikatlerden atlamayı, bize öğrettikleri gibi 'nasıl bulmak istiyorsak öyle bırakmayı', yani her barikatı aştıktan sonra onu daha yüksek yapmayı öğrendik.
TOMA'lar bilgisayar oyunlardaki bölüm canavarları gibi üzerimize gelirken, soğukkanlı olmayı ama delikanlılığın bile biyere kadar olduğunu öğrendik.gerektiğinde dip bucak saklanmayı öğrendik.
korkudan dizler gerçekten titrermiş, bunu öğrendik. (tamam, belki sadece ben öğrendim)
yardımlaşmayı öğrendik. gazı yuttuktan sonraki körleşme anını atlatınca, 'kime lazım solüsyon, kime lazım' diye bağırıp elinde avucunda olanı bölüşmeyi, birine omuz, birine el, birine sırt, birine kucak olmayı öğrendik.
paylaşmayı öğrendik. parkta huzurla oturduğumuz her gece, hiç tanımadığımız insanların bizi düşünerek, en iyi niyetlerle pişirdiği dolmaları, poğaçaları, sandviçleri yerken o hiç tanımadığımız insanlara uzaktan ve en kalbimizin en içinden teşekkür etmeyi öğrendik. yediği simidin yarısı artınca, onu orada geceyi geçirecek olanların başucuna koymayı, çay geldiğinde şekerlerini ihtiyaç anı için kenara ayırmayı, birbirimizi içki içmemek ve sürekli ayık kalmak konusunda nazikçe uyarmayı, en güzel yemeklerin 3 metrekarede 8 kişi yerde otururken yendiğini öğrendik.
arkamızı toplamayı öğrendik. yere çöp atmamayı biliyorduk belki çoğumuz ama, bir adım ileri gittik. harbiyeden gümüşsuyuna, taksim meydanından talimhane'ye yerde izmarit bile bırakmadan, elimizde eldivenlerle sokaklardaki çöpleri toplamayı öğrendik.
televizyonlarda çok fazla yalan söylendiğini, başkalarına değil, kendimize inanmayı öğrendik.
organize olmayı, elele tutuşmayı, söz dinlemeyi öğrendik.
gururu, kibiri, titrleri ve statüleri, kısacası yüzeysel günlük yaşantımıza ait tüm sıfatları bi kenara koyup, kendimiz olmayı, sade vatandaş olmayı öğrendik.
sadece kendimizin değil her gün yolda yanımızdan geçen insanların, ailemizin, henüz doğmamış çocuklarımızın hakknı savunmayı öğrendik.
kim para, kim iş, kim özgürlük, kim geleceğinin derdinde, tek tek, birbirimizin önceliklerini öğrendik.
birey olmayı öğrendik, ait olmayı öğrendik, parça olmayı öğrendik, bütün olmayı öğrendik.
bir olmayı öğrendik.
birlikte olmayı, birlikte direnmeyi öğrendik.
ve aslında kardeş olduğumuzu öğrendik. bizi stadlarda takımlara, şehirlerde halklara, kitaplarda ırklara ayırmasalar, yüzyıllardır olduğumuz gibi, aslında hala ve hep kardeş olduğumuzu öğrendik.
kim bilir, belki de farkettik.

kim ne derse desin, isteyen istediğini alsın.
bu oyunu biz kazandık.
hem de bir parktan, birkaç yüz ağaçtan, bir meydandan, bir şehirden fazlasını kazandık.
biz kendimizi, birbirimizi, yıllardır bir yanımızda eksik olan eli, dayanmayı özlediğimiz sırtı, yaslanmak istediğimiz omzu kazandık.
ve ben bu direnişin neredeyse en başından beri içinden olmaktan çok gurur duyuyorum.
ne diyorduk, "bu daha başlangıç..."


şimdi onlar düşünsün.






Monday, May 27, 2013

5T

belki de,
trenlere binmemiz lazım.
güzel manzaların yanından geçen, 
geçtiği her yerde güzel resimler çizebilen,
sanki nereye gitse, zaten oraya gitmesi gerektiğini hissettiren,
güvenli, uzun ve güzel,
trenlere binmemiz lazım.
cama başımızı yaslamamız, 
geçen ağaçlara bakmamız,
nereye gittiğimizi bilmeden, 
bilmediğimiz yerler hakkında, çok kesin hayaller kurabilmemiz lazım.
"göldeki kuğuları değil, onların fotoğrafını çeken adamı" izlememiz lazım.

belki de,
o trenlere binip,
o yollara çıkıp,
bir daha  hiç dönmememiz lazım.

***

bugüne kadar trenler hiç yanıltmadı beni, 
ve vardıkları yerler hep en doğru yerlerdi.
en güzel yollara trenle çıktım,
en bilmediğim maceralara trenlerde başladım.

hayatımın bi sürü rengine trenlerle vardım, 
onlara bulanıp, onlardan yine trenlerle ayrıldım.

bir ülkede ısırdığım elmayı, başka bir ülkede bitirdim.
bir şehirde başladığım yazıyı, diğerinde utanıp sildim.
ve bir istasyonda aklıma takılan şarkıyı,
vardığımda kimbilir kaçıncı kez, hep, aynı trende dinledim.

***



"you gotta make decision,
you leave tonight, or live and die this way."

Monday, May 20, 2013

joie de vivre

hani bazı fotoğrafların sen farketmeden çekilir.
sonra derler ki, "bak bu sensin." 
bakarsın, bakarsın ama, nerden baksan kendini beğenmezsin;
çünkü sana göre, poz verirsen, kibarca gülümsersen ve herşeye hakimsen eğer, 
işte ancak o zaman güzelsin.




ama öyle değil işte, hakikat o değil.
alış artık bu fikre;
sen hayata poz verirken değil, onu heyecanla izlerken güzelsin.

***

sen istediğin kadar uğraş, didin;
elimizde ve kalbimizde kalan ne varsa eski zamanlardan,
odur bizi bugünkü biz yapan.
alış artık bu fikre,
sen üstüste giyindikçe değil, 
birilerine tamamen soyunabildiğin zaman gerçeksin.

***


bu fotoğrafın çekildiği gün;
paris'te bir köprü, köprünün üzerinde biz. 
hava soğuk ve rüzgarlı, her birimizin elinde la duree'den birer tatlı.
bir yandan rüzgar esiyor, bir yandan yemeye çalışıyoruz mont blanc'ları. 
saçlarımın dağınıklığı, ağzımın doluluğu, içimin gülümsemesi.

o anın tüm gerçeği, 
o yılların gerçeğinin tamamı.

***
"et tous seuls dans le silence,
d'une nuit qui n'en finit plus,
voila que soudain on y pense
a ceux qui n'en sont pas revenus."*

***





*stacey kent - le mal de vivre

Tuesday, May 7, 2013

lu-lu-lullaby.

annem hep der ki, 
ne zaman ki insanoğlu maymunluktan çıkıp 2 ayak üstüne kalkmış,
işte o zaman en büyük hatayı yapmış;
bu bel ağrıları, sırt ağrıları, bilimum insani sıkıntılar hep bundanmış.

***

dün akşam da K'le konuşurken, 
4 ayaklı değil ama,
yatay düzlemde geçecek olası bir ütopik yaşantının, 
günlük dikey hayatlarımızdan çok daha iyi olabileceğine karar verdik.
ve muhtemelen çok daha samimi.
ve kesinlikle çok daha huzurlu.

düşünürsen,
ayaklandığımız an koşmaya başlıyoruz, ama yetişemiyoruz.
herşeye ulaşabiliriz sanıyoruz, ama ulaşamıyoruz.
 eziyoruz, eziliyoruz, yoruyoruz, yoruluyoruz.
gereğinden fazla güç harcayıp, gereğinden fazlasını tüketiyoruz.
iktidar sahibi olduğumuzu düşünüp aslında kimseye yetemiyoruz.
ve işin acıklısı, 
hiçbirşeyle yetinmiyoruz.

ama bir daha düşünürsen,
yatay düzlemde sadece gözümüzün gördüğüne ulaşabiliyoruz.
sağımızda, solumuzda varolanla yetinip, ona sarılıyoruz.
daha az düşünüp daha çok huzurlu oluyoruz.
daha çok susup, daha çok paylaşıyoruz.
 daha çok sevişip, daha çok konuşuyoruz.
ve işin güzeli,
sınırlarımızı bilip, taşkın sivri köşelerimizi yumuşatıyoruz.

***

ütopyalar, ütopya olduğu sürece iyidir.
distopyalar da kitaplarda kaldığı sürece.
biz ikisinin arasında biyerde hayatımızı yaşayalım,
istediğimiz zaman uyanalım, biraz koşalım, yorulunca duralım.
ve akşam olup tekrar yattığımızda, 
birbirimize, o gün gördüklerimizi değil,
yarın göreceklerimizi anlatalım.

***

K'nin kim olduğunu merak edenlere,
"KK, mas que un hombre" desem,
herhalde yeterli olur.

zaten kac tane mas que un hombre tanıyosunuz ki?











Tuesday, April 30, 2013

"dürtme içimdeki narı,
üstümde beyaz gömlek var."


Birhan Keskin

Thursday, April 25, 2013

Tuesday, April 23, 2013

my fav




"Besides the noble art of getting things done, 
there is the noble art of leaving things undone. 
The wisdom of life consists in the elimination of non-essentials.” 


Lin Yutang

Tuesday, April 16, 2013



bazı anlar, tamamen hayat gerçekliğinde.
bazı anlar, hayattan beklediğinin çok ötesinde.
ve aslında mutluluk dediğin,
tam da ikisinin arasında biyerde.



Thursday, April 11, 2013

CT2

bu fotoğrafı demin buldum.
adını 1344 koymusum, yani 13 nisan 2004. 
bugünden tam olarak 9 yıl önce, ben böyle bi insanmışım.
en güzel ve en zayıf ve en havalı çıktığım fotoğrafları seçip buraya koymak gibi bi amacım yok, hiç de olmadı, zaten bugün yeniden farkettim ki üniversitede hiç birimiz o kadar güzel ve zayıf değilmişiz.
tamam, kendi çapımızda bi havamız varmış. gerçi o da ne kadar punk olduğuna bakar. 

bu saçları kendim kesmiştim. bu tshirt'ü de. 
inci küpelerim ve kolalı beyaz gömleklerimle girdiğim üniversiteden, mohawk saclarım ve kesip kendi boyuma getirdiğim babamın pantolonlarıyla çıktım. ingiltere'de yaşadım diye hergün pub'larda sürttüm sanılmasın, tüm o yıllar boyunca bu tipimle bi de sadece viski on the rocks içtim. 

pişman olduğum tek bişey yok.

fotoğraftaki bu salon, yatakhanelerden birinin yemekhanesiydi, gece yarısından sonra bir tek orası açık kalırdı, ders çalışmak lazımsa oraya gidilirdi. o yanımdaki gri çantadan kitaplar çıkar, harıl harıl özetler yapılırdı. bilen bilir, ders çalışmakta üstüme yoktur, bi de sırf kendime değil çok insana hayrım dokunur. kitapları hop diye okur, mis gibi özetler çıkarırdım, gene ver, gene yaparım. 

neyse, bu fotoğrafı koymamın bi sebebi de, o akşamı çok iyi hatırlıyo olmam. 
biz aynen o koca masaya yerleşmiş, defterleri kalemleri çıkarmıştık ki, birimizden birimize bi mesaj gelmişti, venue'ye gidilicek, bırakın dersi diye. sihirli kelime söylenmişti ve artık John Maynard Keynes'in hayatını araştıtmak için çok geçti. langır lungur kitaplar içiçe konup kapatılıp, panik halinde, "allahım saçım, makyajım, napıcaz!" diye triplere girildi. çantaya elimi attım, siyah göz kalemimi buldum. buldum tamam da, neye bakıp sürücemi bulamadım. sora kafma çalıştı, burda biyerde bi seminer odası olmalı dedim, koştum gittim, onu da buldum. sora çölde vaha gibi, karşımda onu gördüm. bana bakan tepegöz. ve tepegözün o ufacık ve yere paralel ve asla parmağının ucunu bile göremediğin aynası.
yokluk, yaratıcılığın aynasıdır di mi?
tepegöz de benim aynam oldu, olmalıydı, olmazsa olmazdı.
kafamı soktum aletin içine, gözümün biraz orasını biraz burasını göre göre, yaptım makyajımı.
sora diğer kızları çağırdım, herkes bi kere kafasını soktu tepegözün içine.
oldu mu, oldu.

***

bu fotoğrafların arasında, bi de french connection'a bütün harçlığımı yatırmama sebep olan tshirt'leri giydiğim hallerim çıktı meydana.
pişman olduğum tek bişey yok dedim ya, aslında şu tshirt'leri bi kere daha düşünebilirim!
bugün 30 yaşındaki Ege olarak, 20 yaşındaki Ege'ye sormak istiyorum izninizle;

sevgili Ege,  hadi o saçı anladık, makyajı anladık, kıçından düşen pantolonu anladık. 
ama o tshirt ne?
"how long can you keep it up" ne?
"practice safe sex, go fuck yourself" ne?
"too busy to fuck"ne?

ah be kızım,
olayın ne,
havaların kime?





Friday, April 5, 2013

A



herşey sanat,
yapmanın yolunu bilirsen. 



resimdeki "sanat" 
Lauren Hillebrandt'tan.

Thursday, April 4, 2013

G

şu an
 burnunuzun dibinde,


veya elinizin altında olan,

hiçbir şey
yarın olmayabilir.
kıymetini bilin.

bir de, izin verin,
çocuğunuz bir köpekle büyüsün.



Tuesday, April 2, 2013

PN mavisi

Üniversite'de "Paul Newman'ın insanüstü yakışıklılığı" konusunda tez yazmak istedim,
antitez bulunamayacağından, hocalarım kabul etmedi.







Monday, April 1, 2013

ne değil dersen


"Beklenmedik olsun,
tam zamanında bulunsun, 
en doğru bosluğu doldursun."

Hep aradığın ama bi türlü yakalayamadiğin aşkı,
geçen hafta giydiğin pantolonun cebinde unutup bi anda bulduğun para saniyosun.
Yapma.






Monday, March 25, 2013

If I'm free,
it's because I'm always running.


J. Hendrix

Wednesday, March 20, 2013

what do i know?

dönerken uçakta bi belgesel seyrettim, "çoklu evrenler"diye. böyle deyince bişey ifade etmiyo ama ingilizce isminin multiverses olduğunu anlayınca, 'uni' ve 'multi' biraz daha açıkladı durumu.
içinde bulunduğumuz evrenin aslında tek evren olmayabileceğini, bizimki gibi (bkz. anlayamadığı şeyi sahiplenebilme durumu)  evrenlerin de varolma olasılığı olduğundan bahsediyorlardı. bunu destekleyen farklı deney ve sonuçları anlattılar, bir tanesi de benim de bir dönem kafayı takıp deliler gibi okuyup / seyredip anlamaya çalıştığım string theory çıktı. string theory der ki, hepimiz, varolan herşey aslında tek birşeyden ortaya çıkıyo, stringlerden, yani sicimlerden. bu string'ler notronları, protonları oluşturuyo, onlar atomları, atomlar da seni, beni, ağaçları, balinaları ve daha nicelerini. ancak string theory'nin henüz kanıtlanamamasının sebebi, aslında 3 değil (sanırım) 9 boyutun varlığına dayanıyor ve inanıyor olması, ki bu da hepimizin aynı anda farklı evrenlerde/boyutlarda/zamanlarda varoluyor olması anlamına geliyo. geldik mi sana yine multiverses'e?
aslında herşey ne çok şeye dayanıyo dimi?
hem koskoca evrenler evrenlere dayanırken,
biz kısacık hayatımızın bir köşesinde birbirimize dayanıp dinlenmişiz, çok mu?

***
dün aklıma geldi, bitane erkek arkadaşım vardı, daha ilk konuşma tanışma zamanlarında, ben buna "of dışarda da yağmur yağıyo" gibi bişey demiştim, hiç hatırlamıyorum konuşmayı ama, o da bana cevap olarak "şeker misin:)" yazmıştı. tabi ben bunun üzerine bi havalara gir, bi sevin falan bana şeker dedi diye. neyse. sora biz kendisiyle çıkmaya başladık, ve epeeeyyyy de uzun bi zaman çıktık. ve ben bu epeeeyyy uzun zamanın en başlarında farkettim ki, meğersem adam yağmur yağıyo diye söylenen herkese "şeker misin" dermiş, "şeker misin ki ericeksin, çık işte!" manasında.

aldım mı cevabımı? aldım tabi. ama cevabı idrak etmem de 5 senemi aldı. 
yani diyeceğim odur ki, duymak istediğinizi değil, söyleneni duyun. 
öbür türlüsü, er ya da geç gelen hüzünler diyarına seyahat oluyo çünkü.
ya da tamam ya, her zaman değil, arada bir gerçekleri duysanız yeter.

***
geçen gün vapurda K.'a SALT'ta gördüğüm duvar resimlerinden korkuyorlar sergisinden bahsediyodum. dedim ki, "hayat ne kadar naifmiş bir zamanlar, yapılan da, yapılana destek de, karşı koyuş biçimi de, herşey çok daha insaniymiş; sanki ne yaparsalar yapsınlar her zaman karşılarındakine bir söz hakkı, savaşırken yorulduğunda oturacak bir sandalye, düşünecek yeni bir fikir bırakıyorlarmış. bugün herkes birbirini en hızlı nasıl yokedebileceğini düşünüyor sadece, insanların hareketleri hiç insancıl değil..." sonra o bana cevap verirken, aynı anda karşı koltukta oturan orta yaşlı bir hanım girdi söze, farkında değildim aslında beni dinlediğinin. "haklısın. hiçbirşey aynı değil. ama bunu söylemen beni çok mutlu etti biliyo musun? sizin gibi gençler olsun, bunu farketsinler istiyorum, insanlar insanlıktan uzak olmanın yanında, o kadar da duyarsız ki..." dedi.
yaşlanınca, bugünlerimizi özlüyor olucak mıyız?
genel olarak özlemekten rahatsız olan biri olarak, bundan da korkuyorum bak.

***
demin M. aradı, konuşurken, "geçen gün armani cafe'de yemek yedik, senin çiçeğine de 15 dakika güldük, baya fallik bi hali vardı" gibi bişeyler söyledi. sonra düşündüm ki, doğru aslında, olmaması saçma. çiçek miçek iyi hoş da, eninde sonunda üreme organı. işin sonunda o çok önemli ve hayati amaç olmasa, hiç sanmam bu kadar milyonlarca renk koku ve caziber arttırıcı efekt olsun. yalan mı?

***
bi de, baykuştan ve şahmaran'dan resmen korktuğuma eminim artık. yok sevemiyorum, zorlamayın.




sevmek için,
dokunmak şart mı?