Friday, February 26, 2016

75


"je viens du ciel et les étoiles entre elles ne parlent que de toi..."

Thursday, February 25, 2016

SS

işbu post fazla günlük sayfası tadında olmuş olabilir, bu seferlik af buyurun. 



düşününce aslında sorun evrensel; güzel seven adamların karşısına ekseriyetle "kalp yerine karbürator taşıyan" kadınlar çıkar, adam inat ettim bu sefer mutlu olucaz! der, uğraşır durur. tam oldu bu sefer derken, tam bir nefes alacakken mengeneyle öyle bir sıkarlar ki ciğerlerini, adam elleriyle kendini uçurumdan aşağı atar. yar'a yar denmesinin bir sebebi var diye düşünür düşerken ve tam bu sırada bir portakal karanlık bir koridorda yuvarlanır. portakalla başlayan, portakalsız biter.

gerçekten olur şey değil. gerçekten maşallah dediğimizin 3 gün yaşamıyor olması, artık işten bile değil. sefer'in ilk defa mutlu olduğu an arabayı ölümün tam ortasına sürdüğü bir dünyada bizim ne işimiz var? bu kadar güzel sevmeyi bilen adamlar o kabiliyetten mahrum bırakılırken arkada ağlayan kadınların kime ne faydası var, söyle bana güzel kardeşim. cevabını biliyorsan, buyur sen söyle.

resmen civarımdan birini bir daha göreyemeycekmişim gibi üzüldüm. kendime anlam veremiyorum.
bu insanları tanımayanlar da şu dediklerime anlam veremiyo, biliyorum. bi de üşenmedim, bu kadar işin gücün arasında oturdum bunu yazıyorum. kim okuyacak da beni anlayacaksa. resmen kurtlar vadisinde ölen adama saygı duruşu yapanlar gibi oldum. hiç huyum da değil, halbuki. dizilere sarılan, onlarla yatan kalkan insanlardan hiç olmadım. herkesin konuştuğu dizilerin bir sürüsünün konusunu bile bilmem. bi ezel vardı vaktinde, o da pazartesi akşamları iyi bi sallardı omuzlarımızdan; bütün hafta hafif sarsak dolaşırdık. bir de poyraz çıktı başımıza o zamandan beri. bu sefer de çarşamba akşamları dışarda falan olunca evde misafir var da ben onu yalnız bırakmışım gibi hissediyorum, öyle bir gariplik.

şimdi sen söyle bana güzel kardeşim, sema napıcak, gene güçlü kuvvetli yaşayacak mı?
ayşegülün kayıpları listesinde bir de sefer fazla ağır olmayacak mı?
zülfikar yarısı gitmiş yarısı kalmışken aşkın tadına varacak mı?
peki daha dün evlatlık alınan çocuğun çiçeği burnunda babasının küt diye ölmesi reva mı?

neye diye sorulur mu?
tabi ki sana içiyoruz sefer.


Monday, February 22, 2016

BO


bunu hatırlar mısın, ya da bilir misin bilmem.
çocukken en çok dinlediğim kasetlerden biriydi. diğerlerinin selda bağcan, zülfü livaneli filan olduğunu düşünürsek yine bir nebze de olsa daha kendime göre birşeydi. ama bilmen gereken o değil, bileceğin, kasedin kapağının kendisi. o zamanlar elimden düşürmezken, şık latife'ye hayran olup kediler şarkısını hiç sevmeyip hep ileri sararken bu kapağın pek kıymetli olduğunu bilmezdim elbet. meğer vakti zamanında çekirdek sanat evinde elle çizilmiş, şimdi müzelerde, sergilerde sergilenirmiş. bunu da yeni öğrendim zaten.

iyi ki rüya anlatmayı sevmem dedim. hayat sağolsun başımda sabırla bekleyip bütün laflarımı lokma lokma yutturuyor bana; "yuttun mu onu, hah aç ağzını bunu da ye canım, hadi." beynimin içi öyle eğlenceli, anlatınca birşeye benzeyen hikayelerle değil, şahsımın dahi çözemediği metaforlarla dolu. dün gece de rüyama bu kaset kapağı düştü. bi sürü başka şeyin arasında birilerine bir anda; aman deyiveriyorum, başına bişey gelmesin onun, çok bulunmaz o.
yok, alıyolar elimden, dinlemiyosun ki artık diyolar. dinlemesem de almayın diyorum, almayın.
yok, alıyolar elimden.
bu sabah da bu kasedin derdine uyandım.
zaten, hepimiz her sabah birşeylere, birşeylerin derdine uyanmıyor muyuz?

ha, kaset demişken; çok dinlenenler listeme pinhani'nin yanına bir de kalben eklendi.
anne, ben hipster mı oldum?


Friday, February 19, 2016

oh,







atları bağlayın.
belli oldu, uzun bir süre burada kalacağız.

Thursday, February 18, 2016

BA



uzun zaman olmuş.
büyük adam'ı en son rüyamda göreli 4 sene oluyor. bu kadar net, çünkü gördüğüm geceyi dün gibi hatırlıyorum. bütün gece koşmaktan yorulmuş gibi sabahın bir körü nefes nefese uyanmıştım. yataktan kalkıp bir panik telefonumu aramıştım falan, ne yapacağımı bilmeden. onu rüyamda gördüğüm gecelerin sabahları pek sağlam kalkamıyorum; ya bişeyim eksik, ya biyerlerime fazladan bir uzuv eklemişler gibi oluyo. anlatamıyorum da hissettiğim şeyi, vücut bütünlüğüm kaybolmuş, ruhumun bir yerleri apse yapmış gibi. 
her neyse

4 sene olmuş.
yine oteldeyim. aslında öyle dediğime bakma, çünkü aslında otel değil orası. ben sadece öyle tarif edebiliyorum. sonsuz katın, çok uzun koridorların, bitmek tükenmek bilmeyen kapalı kapıların olduğu bir yer. bazı geceler aynı yerde oluyorum, bazen halılar, duvarlar değişiyor gibi. ben  mütemadiyen birşeyler arıyorum. oradaki amacım bu sanki; hiç durmadan, yorulmadan aramak. bazen dümdüz yürüyorum koridorda, bazen saçma sapan bi iniyorum, bi çıkıyorum. ne aradığımı bilmiyorum ama sanki bununla da pek ilgilenmiyorum. bazı geceler daha huzurluyum, bazen kaçar gibi koşuyorum. bir yandan da içimin biryeri hep rahat, çünkü biliyorum; bir odam, kendime ait kapım var zaten. gitmek istesem yerim belli. 
dün gece yine uzun süre, bir inip bir çıkıp, sürekli bir asansörlere bindikten sonra (bu arada gerçek hayatta çok yeni ama çok kesin bir asansör korkusu peyda oldu, bilmiyorum bu nasıl sirayet edecek bu otellere) odama dönüyorum. kapıyı açıyorum, ayağıma yere atılmış bir sırt çantası ve bir çift ayakkabı çarpıyor. neden buraya bırakmış bunları diyorum içimden. ileriyorum, büyük adam içeride, yatağın üzerinde oturuyor. neden buradasın diye sormuyorum, sadece ama biz seninle konuşmuyoruz ki diye geçiriyorum içimden. gerçekten öyle çünkü; rüyalar boyunca kaçıyoruz, kovalıyoruz, korkuyoruz, duruyoruz, saklanıyoruz ama hiç konuşmuyoruz. içimden geçirdiğimi duymuş gibi, ben burda kalıcam bi süre diyo bana. tedirgin oluyuorum. ilk kez konuşmasından mı, kalacak olmasından mı, yoksa benim odamda olmasından mı bilemiyorum. peki diyorum. yine de keşke dağıtmasaydın ortalığı diyecek oluyorum, çekiniyorum. yatağın ucunda, beyaz çarşafın üzerinde, kocaman bir adam, hafif rahatsız bir sırt ve kararlı gözlerle oturup bana bakıyor. benim o koridorlardaki beyhude arayışlarım ne kadar ciddiyse, o da öyle görev gibi bir ciddiyetle bakıyor gözlerime. benim çıkmam lazım diyorum, duymuyor beni, birşey söylemiyor. ben, -yine kimbilir ne aramaya- çıkıyorum sakince. beni rüyalarca korkutan büyük adamı, nihayet evcilleşmeye başlamış bir kaplan gibi odamda bırakıyorum.

uyanınca farkediyorum; yollara uzayan uzun koridorların ortasında, yıllara yayılan sessiz bir hikaye, nihayet ilk kez ses buluyor kendine. 
yılları oyalayan bunca rüyadan sonra ilk defa kaçmasız kovalamasız, korkudan başka şeyler dalgalanıyor orta yerimizde.


Wednesday, February 17, 2016

B


genel olarak halk konseptinten hoşlanmıyorum. 
bireysellik iyidir. 





Monday, February 1, 2016

if







tarif edemediğin bir yerlerine ince kıymıklar batıyor.

sonra tam duruldu diyorsun, domates soyar gibi, biri soymaya çalışıyor seni. 
gel gör ki soyulamıyorsun, bıçak kaymıyor üzerinden. zorluyor, tekliyor, sürtüyor. 
sürttükçe daha çok canın yanıyor.
acıdan mı zevkten mi belli değil,
ayaklarının altı, alnının ortası uyuşuyor. 

kıymıkları unutmuş muydun? unutma. 
göğüs kafesinin içinden can hıraş bir kuş çıkmaya çalışıyor, çırpına çırpına.
derini yüzemeyen bıçak vazgeçiyor, yere düşüyor,
tam da göğüs kafesinde birkaç kopuk kuş tüyüyle sırtüstü yere yığılmış senin yanına.