Monday, December 14, 2015

VB



Hayatta bi tane idol seçeceksem,
çok net Victoria Beckham derim. 
her türlü hastasıyım, hayranıyım kendisinin. 
ayrıca bu nasıl bir styling, nasıl bir çekimdir, kelimeler kifayetsiz.










Wednesday, November 11, 2015

O


her koridor bir kapıyla sonlanır, her kapı yepyeni bir odaya açılır.
girdiğin her oda farklı kokar, gördüğün her oda sana başka bakar.
aynı odada herkes başka birşey görür, aynı duvarlar herkese başka görünür.

her koridor bir kapıyla sonlanır, her kapı yepyeni bir odaya açılır.
bazı odalar daha girmeden tanıdıktır; perdesiz duvarlarında derinden bir müzik yankılanır.

"we've been here before, like a book i read,
in the hall the leads to the door, my words hang in the air."

Tuesday, November 10, 2015

mazi

foto: M.M.Forsberg


bundan 4 sene önce Hollanda'dan meşhur bir medyum geldiği haberini aldım. nereden, nasıl bilmiyorum. neden gitmek istedim, onu da bilmiyorum. aradım taradım, beşiktaş'ta kuş kafesi kadar bir dairede buldum kendimi. küçücük salona girip sıramı beklemeye başladım, içeride bir kadın derin ve ağır hıçkırıklarla ağlıyordu. sonradan öğrendim; kızını ve babasını aynı trafik kazasında kaybeden bu kadın, onlarla iletişime geçebilmek için bu adamın kapısını çalmıştı. çıktığında perişan ama huzurlu bir ifade vardı yüzünde. bişeyler, artık, bu sefer gerçekten bitirmiş gibiydi.
birkaç dakika ve bir bardak su molasından sonra, ağlayan kadının sandalyesinde ben oturuyordum.

güleryüzlü bir adamdı karşımdaki. merabalaştık, adımı sordu. yaşına, kırışıklarına, beyazlarına rağmen bende bir tazelik hissi uyandırmıştı, hiç unutamıyorum. bikaç soru sordu, sonra benim için yapabileceklerini anlattı. anlattı da ben ne istediğimi, neden orada olduğumu bile bilmiyordum. ne iletişime geçeceğim ölü bir akrabam, ne akibetini merak ettiğim sorunlu bir ilişkim vardı. onun için önemli değildi tabi bunlar; auranı okurum, çakralarını kontrol ederim, aklındaki sorulara cevap veririm, geçmiş hayatlarına bakarım diye saymaya başladı. çok fazla bilgi. ege emin misin? kitlendim oturduğum sandalyeye, peki dedim. telefonumu alıp ses kayıt kısmını açıp konuşmalarını kaydetmeye başladı. biliyorum bunu isteyeceksin çünkü dedi. 'medyumluğumdan değil tabi, herkes aynı şeyi istiyor diye' deyip güldü.
gözlerime baktı, gözlerime bakarken, gözlerini kapattı. auramla, renklerimle, yaydığım titreşimle ilgili bişeyler diyecek oldu, diyemedi. gözleri kapalı, eliyle işaret edip biraz geri git dedi bana. sandalyeyi azcık geri ittim. biraz daha dedi. biraz daha gittim. git git, kendimi adamdan bikaç metre uzakta buldum. bazılarının ışığı çok geniş yayılıyor, sonunu göremiyorum dedi. iyi bişey mi ki bu? anlattı da anlattı. arada gözlerini açıp sol arkama, sağ omzunu ötesine filan bakıyordu. ben, kafesteki kuş; çırpıntısız onu dinliyordum. meğer olduğum herşeyi yayıyormuşum diye düşündüm kelimelerinin arasında. beni bana benden daha iyi anlattı, gözleri tamamen kapalı.
aura bitti, çakraya geçildi. tıkanıklık yok, neyse.
çakralar bitti, ellerime baktı. miden ağrır mı sıkıldığın zaman? ağrımaz olur mu..
eller bitti, sorular soruldu. o zamana kadarki hayatım, sorulara cevap, cevaplara soru oldu. 'Lamia kim? babanenin ailesi gemiye binip yunanistan'dan geldi di mi, ege'de bir yerlere? onun annesinin adı ne? o hep seni takip ediyor, seni kendisine çok benzetiyor. senin Selanik'e gitmen lazım, mutlaka. o gezdirecek sana oraları. senin oraları görmeni istiyor.'

ne garip, hiç korkmadım dediklerinden. kimsenin bilmediği herşeyi tek tek söylerken adam, zaten bilmesi gerekiyormuş gibi, öylece dinledim kendimi hayatımı ondan. bir gitsem hakikaten selanik'e.  resmen meleğim varmış benim. hayat, günlük düzleminden çıkınca herşey bir anda yoğuştu sanki, her şekle girer oldu, asıl doğasına döndü.
sorular bitti, sıra eski yaşamlara geldi. eski yaşamlarından bikaçını bilmek ister misin? dedi. sen olsan ister misin?
ben istedim. artık daha yakındık, ellere bakma safhasına yine sandalyeyi masanın diğer tarafına çekmiştim. bir avuçlarıma, bir gözlerime baktı yine. baktı dediğime bakma, avuçlarımda ondan başka kimsenin göremediği bir film oynuyormuş gibi izliyordu bişeyleri. gözleri oynuyordu, kitap okur gibi. ben yine korkmadım; avuçlarımda gördükleri, zaten bildiğim, zaten çook yıllar önce başımdan geçen şeylermiş gibi.
sonra yasladı sırtını, yine kapattı gözlerini.
'burası ingiltere' dedi. 'yemyeşil kırlar, dağlar, tepeler. ama bomboş. senden başka hiç kimse yok. bir dağın tepesinde, yapayalnız bir kadınsın. kimbilir kime ne yapmışsın. sana senden başka kimseden hayır yok. kimse sevmiyor seni, kendini uzaklaştırmışsın, otlarla, dağlarla konuşuyorsun yalnızca. mutsuzsun, yalnızsın...'
'burası yunanistan. heryerde yunanca var, ama çok da eski değil, muhtemelen ingiltere'den bir öneki hayatın bu. deniz kenarında, güzel bir evdesin. çocuklar var etrafında. yine kadınsın, cahil ama mutlu bir kadın. bunlar, belki de senin çocukların...'
'burası ya hindistan, ya nepal, oralara benziyor. yine kadınsın. boş bir alanın ortasında oturuyorsun. üzerinde uzun beyaz bir elbise var, tertemiz görünüyorsun. etrafın kalabalık ama bunlar senin tanıdığın insanlar değil. bitkilerden ilaçlar, merhemler yapıyorsun. her gün onlarla kişi geliyor kapına, herkese şifa dağıtıyorsun. derin bir huzur var etrafında ve herkese çok iyi geliyorsun. insanlar yanında oturmaya geliyor, çok seviyorlar seni. huzurlusun, mutlusun...'

ellerimden üç ayrı hayat okudu adam, gözlerini gözlerime çevirdi.
'çok belli, sen çok yaşamışsın. farkında mısın aslında ne kadar yaşlısın' dedi.
ne diyeceğimi bilemedim. bir an kendimi hiç tanımıyormuşum gibi hissettim. adam yaprak yaprak çevirmişti beni, önümdeki kitapta hiç farkında olmadığım bölümler açılmıştı. bir daha okunmayacak, şanslıysam ara ara hatırlanacaklardı.
3,5 saat önce yapayalnız girdiğim odadan, içim bir sürü kadınla dolu çıktım.

***

instagram'da uzun zamandır takip ettiğim bir kadın var. Ingiltere Dorset'te yaşayan norveç'li bir fotoğrafçı. geçen gün onun fotoğraflarından birine yine derin bir hayranlıkla bakarken, ufacık bir ışık yandı aklımın bir köşesinde. acaba dedim, içimdeki en ufak boşluğa bile sızan şu avrupa avrupa diye sayıkladığım ama kimseye tam olarak ifade edemediğim özlem, içerideki kadınların özlemi mi? hakikaten onların gezindiği yerlerde gezinsem azıcık, bu hasret sonsuza kadar diner mi? bazı fotoğraflarda, bazı seslerde, bazı kelimelerde ve bazı hiç anlam veremediğim anlarda saklı o can hıraş istek her neyse; o kadınları doyurunca, biraz olsun hafifler mi? düşündükçe düşündüm, düşündükçe ışık büyüdü, alnımın ortasına yayıldı. başımı önüme eğdim, o ışıkla aydınlatıp kağıdımı,
bunları yazdım. evren ve hayata dair hiçbir şey bilmediğimizi göz önüne alınca, inanmaktansa birşeylere 'inanmama'nın insana özgü bir kibir olduğunu düşünürüm. ben sadece ucunu gördüğüm derin ve uzun mazime, bir masala inanır gibi inanmayı seçtim. bugün olduğum insanın, tonlarca hatırayla, aşkla, savaşla, acıyla, neşeyle ve tecrübeyle yoğrulduğu fikrini de, galiba bir sürü şeyden daha çok sevdim. 

Tuesday, September 15, 2015

sept


Ah September!
You are the doorway to the season that awakens my soul.


P.T. Horton

Wednesday, September 9, 2015

avlu






biz, gözleri ufka bakan geniş bir avluda doğduk. yan yanaydık, kalabalıktık. birbirimizden çok farklı, ama aslında aynıydık. aynı avluda koşarak büyüdük, düştük, kalktık. hem hayatı hem birbirimizi tanıdık. ayağımızın altındaki taşlar serindi, bir yerlerden hep usul usul bir rüzgar eserdi. özgürdük, güçlüydük, aklımız umutlarımızda, gözümüzün bir ucu hep ufuktaydı. rüzgar estikçe bizim kanatlarımız açılır, saçlarımız uçuşurdu. çabasızca vardık, çabasızca birbirimizin varlığını tanıdık. her gün güneşle birlikte doğduk, her akşam onlarca yeni ay, bir o kadar dolunay tanıdık.
tepeden tırnağa yaşıyorduk, buna alışıktık.

rüzgarın her zamanki gibi esmediğini farkettiğimiz gün, olan bitenin farkına vardık. doğru, farketmekte geç kalmıştık. biz, serin taşlara uzanmış dolunayı izlerken, onlar etrafımızı pencerelerle kapatmıştı. o an korkuyla farkettik; ne kanatlarımızı açacağımız gökyüzümüz, ne canımızı ısıtan güneşimiz, ne yüzümüze esen rüzgarımız kalmıştı. üzerine doğduğumuz avlumuzu arkamızdaki o hiç tanımadığımız eve katmışlardı. dayanamıyorlardı çünkü orada olmamıza. dayanamıyorlardı çünkü, ne kanatlarımıza, ne rüzgarımıza.

istemedik içeri girmek. rüzgardan kopmak, kanatlarımızı sindirmek.
ama çok geçti. bizim içeri girmemize gerek kalmadan, ev bizi içine çekti.

sıcaktı, çok sıcaktı. avludaki güneşin bizi ısıttığı gibi bir sıcak da değildi bu; boğucuydu, çok ağırdı. biz boğuluyorduk ama, içeridekiler alışıktı. onlar bu sıcağa doğmuşlar, hayatlarında insanın yüzüne esen o rüzgarla hiç tanışmamışlardı. evin içinde, içeridekilerin alışık olmadığı tek şey bizdik. üzerimizde hala avlunun serinliğiyle yanlarına gittiğimizde, yüzlerindeki ifade nefretle acımanın karışımıydı. sevmiyorlardı bizi, tanımıyorlardı bizi. biz onlara, onlar bize,  hepimiz birbirimize yabancıydık. zaman geçti, sıcağa alışıp onlarla arkadaş olanlarımız oldu. biz, kim bilir ne kadar uzun süre, kapının eşiğinde öylece kalakaldık. ömründe hiç dolunayın altında uyumamış olanlar alışıktı bu 4 yanı kapalı hallere; bize bastı odalar. yıllar yılı bastılar. tavanlar gitgide alçaldı, odalar gitgide küçüldü. duvarlar daraldıkça, bizim içimiz sıkıştı.

hala doğduğumuz avluda, ama artık bambaşka bir yerdeydik.
avlunun gözleri hala ufka bakıyordu da, bize pencerelerin arkasından o ufkun ne kadarı düştü,
işte güzel arkadaşım, onu hiçbir zaman bilemedik.


***
dün akşam vapurda aklımdan geçenler bunlar, kulağımda çalanlar bunlardı.


Tuesday, August 11, 2015

nilüfer

bir yazı daha, geçsin diye, bitsin diye, hadi artık gitsin diye, arkasında ite itiştire yollamaya çalışıyorum. neredeyse bütün bir yarımkürenin mevsimini tek başıma değiştirmek hırsı, kendisine olan yılmaz tahammülsüzlüğümden. sıcağa, sıcağın getirdiği tatillere, tatillerin getirdiği rehavetlere, rehavetlerin getirdiği o bitmez tükenmez umarsızlığa en ufak sempati gösteremiyorum. ceketler paltolar ve bilimum trikolar yeni yeni vitrinlere düşmeye başladıkça derin bir oh çekiyorum. arada bir bulutlanıyor ya hava, o zaman sanki şehrin en sevimsiz hallerini bile seviyorum.

fonumda sürekli aynı şey çalıyor bu ara, dinledikçe yürüyorum, bir yere gidip gitmemek değil önemli olan zaten, yürümek. belki kafanı, belki bacaklarını, belki hayalgücünü yürütmek. ilerlemek, bir şekilde adım atmak, kaslarını çalıştırmak, belki bacaklarının, belki beyninin, belki hayalgücünün. hep aynı şey çaldığından mı yürüyorum, yoksa yürüdüğümden mi hep aynı şey çalıyor bilmiyorum; önemli olan bu değil zaten, önemli olan dinlemek, hep yeni şeyler duymak, o parmaklar o kontrbasın tellerine basarken, onun nadir eslerine kendi adımlarını sıkıştırmak.
fonumda sürekli passacaglia çalıyor bu ara, Lars danielsson ve birkaç adamın daha birlikte yarattığı şaheser bişey. artık bilmeyen kalmadı, ömrümü nordiklerin işlerini dinlemeye, bakmaya, anlamaya, anlamamaya ve tüm bunların hepsinden haz almaya adamak istiyorum. hayatta net olduğum bir kaç fikirden biri de bu; beni düşüncesi bile heyecanlandıran tek kara parçası hala ve her zaman avrupa. katıyım, sevimsizim, belki büyük cahilim; hepsi kabul, hepsi olabilirim. denemedim mi, denedim. uzak ya da yakın doğu, güney ya da kuzey amerika, çöllü ya da ormanlı afrika; hepsi denedi, hepsi yenildi. yine denesinler, daha iyi yenilsinler; ben çoktan kendimi avrupanın hafif kuzeye çıkan bir yerlerine bağladım. ve geçenlerde twitter'da okuyup da bayıldığım o cümlenin söylediği gibi, kusura bakmasın ama; "beni iskandinav yaratmayan tanrı için bugün de bir şey yapmadım."

tanrı demişken.
sadece benim etrafımda mı çoğaldı, yoksa heryerde mi çoğalıyo gayet beklemediğimiz insanlardaki bu allahlı dualı, aminli, kadirgecenizhayırolsun'lu, ve tabi ki rumi'li tandans? mevlana celaleddin rumi demek elbette ki çok "uncool", anca rumi yazınca istediğin gibi duruyo. bilimum fotoğrafın altına yazılan, elbette ki yarısı mevlana'nın bile olmayan ve elbette ki ingilizce cümleler, yazanı elbette ki aşırı derin bi kişiliğe dönüştürüyo. tam içimizin bu kadar boşaldığına inanmak istemiyorum ki, çizginin diğer yanında arda erel cümleleri beliriyo. gerçekten mi diyorum ya, gerçekten bu süper sığ cümle sana bişey mi ifade etti, içini mi kabarttı, hayatını mı anlattı  ki bunu koydun instagramına, altına dua eden el emojisi ile. gerçekten bu kadar mısın,  gerçekten benim o arkadaşım mısın; ya gerçekten, sen neden hala benim etrafımdasın?

tabi şimdi burdan etrafımdaki insanları instagram'larına koydukları fotoğraflardan, yazdıkları cümlelerden teste tabi tuttuğum anlaşılmasın. arkadaşlarımın çeşitliliğini, yelpazenin genişliğini bilen bilir. gel gör ki bu son zamanlarda tahminimden daha kesin kararlar aldığım, pek kesin virajlar döndüğüm de doğru bu konuda. gezi'yle başlayan 'arkadaşlarını yeniden tanıma' sürecim o zaman bu zaman, bir yükselip bir alçalarak bugünlere kadar geldi. tertemiz sildim insanları; hem sosyal medyamdan, hem sosyal hayatımdan. omuzlarımdaki kızarıklıkları, sırtımın ağrısını çok uzun zaman sonra farkettim. meğer ne yükmüş, ne ağırlıkmış taşıdığım. meğer bunca zaman ne gereksiz kaprisler sırtlanmışım. önce bir omzumdakini indirdim, sonra diğeri kendiliğinden düştü. dökülenler döküldü, pek tabii biraz gürültülü. hepsinin üzerine bir örtü örttüm, sonra dönüp bir daha baktım. oldukları yere, tam da düştükleri noktada bıraktım. hatırlamak istersem son yerlerinde, son gürültüleri, son sessizlikleriyle hatırlayayayım diye.

passacaglia bir kez daha çaldı, ben hızlı hızlı yürüdüm yine, oturduğum yerde.
gel gör ki shuffle dediğimiz şey, kader gibi biraz. senin düşündüklerini takmıyo pek, canının çektiğini, kendi dinlemek istediği şeyi gelip koyuyor önüne. sonra bakıyosun, içindeki deniz yükselmiş bir anda çalan notalarla; 'ah ulan ne güzel şarkı bu...' cümlesi sarmal sarmal yükseliyo karnından yukarıya. aslında shuffle tanrısı da çoğunlukla senin için, senden daha iyi planlar yapıyo.
bıraksak kendimizi, bak sular ne tahmin edilmezlere akıp gidiyo.
ama şimdi yazmayı bırakmalıyım,
müslüm gürses, nilüfer'i söylüyo.

ah ulan, ne guzel şarkı bu!


Tuesday, January 13, 2015

bütün.



bundan 4 sene önce, istiklal'in arka sokaklarından birinde, sürekli gittiğimiz o yerdeyiz. anlaşmadan, konuşmadan kendimizi her cuma orada buluyoruz. kimse başka program yapmıyo, kimse başka bişey yapmayı düşünmüyo. sağda solda bişeyler yiip, azcık içki içip kendimizi oraya atıyoruz. mevsim yaz, hava gecenin o saatinde bile yapış yapış. herkes barın dışında, sigara içme, kız kesme, adam tavlama derdinde. biz içerdeyiz. adam peşinde olanımız da yok, sigara içenimiz de. bizim derdimiz içimizdekiler; bütün hafta tuttuğumuz sıkıntılar, kurtlar. itiş kakış içeri giriyoruz, içerisi boş, içerisi gürültülü. içerisi bizim. biri cin tonik söylüyo bana. biri dümdüz sarhoş olmak için long island ısmarlıyo, öbürü çok içip gelmiş, anca bira. içerisi boş, içerisi gürültülü. dışarıdaki sokak ne kadar başkalarınınsa, içerisi o kadar bizim. kapının önündeki kaçamak bakışmalar, açık saçık konuşmalar, yüksek topuklar ne kadar onlarınsa, içerideki bangır bangır dedikodularımız, ağır kahkahalarımız, kirli converse'lerimiz o kadar bizim. nasıl dansettiğimizi bilmiyoruz, kaç saat dansettiğimizi bilmiyoruz, neden her cuma burda, böyle deli danalar gibi dansettiğimizi, hiç bilmiyoruz.

bi cintonik daha, long island fena çarptı, ay bira ne ya.. ya kylie minogue mu bu çalan? 

saatler geçiyo, kan ter içinde kalıyoruz.
ama sanılmasın kendimi kaybettim, ben cin gibiyim. telefon elimde, gözüm üstünde. saat geçtikçe, içki içtikçe, bi michael jackson daha çaldıkça, giderek daha mutlu oluyorum. tek bişey eksik. bu giden mululuğun bir yere varması için, tek bişey eksik, onu bekliyorum. sonra bir anda telefonun sarı ışığında bikaç kelime beliriyo, önce ben okuyorum, sonra dans eden kızların hepsinin tek tek kolunda tutup, onlara okutuyorum. hepsinin yüzü aydınlanıyo, telefonun ışığından değil, orada yazanların yarattığından. onlar gülümsüyorlar, ben gülüyorum.

 ama hemen değil, biraz daha dans etmem lazım. 

ediyorum da. bon jovi çalıyo arkada, ben elimdeki bardağı kafama dikiyorum. para bırakıyorum birilerine, sarılıyorum hepsine tek tek. içimdeki sevinç bon jovi'nin çığlıklarından daha yüksek.
çıkıyorum kapıdan. istiklal'in en güzel saatleri. herkes sarhoş. herkes mutlu. herkes orada, herkes o an'da. kimse yarını düşünmüyo, kimse bir dakika sonra ne olacağının hesabını yapmıyo.
ben de.
koşar adım ilerliyorum ara sokaklarda.
o ara sokaklar ki, ömrüm geçti yollarında, onlar bile şaşıyorlar şu son'suz ve sorumsuz heyecanıma.

***

bu cuma, kimbilir saat kaç. elbet yine cin tonik var kanımda. suriye pasajının arka kapısından çıkıyoruz. istiklal'in en güzel saatleri. herkes sarhoş. herkes mutlu. herkes orada, herkes o an'da. kimse yarını düşünmüyo, kimse bir dakika sonra ne olacağının hesabını yapmıyo.
ben de.
tam inerken yokuştan, gözüm takılıyo, barın içine bakıyorum. dışarısı kalabalık, içeride birkaç kız deli gibi dans ediyo. ege de orada. elinde telefon, bi yandan dans ediyo, bi yandan 3 dakikada bir telefonuna bakıyo. saçı kısa, eteği uzun, converse'leri pislik içinde.
bir anda koşarak gidip ona sarılmak istiyorum. yıllar yılı bu geceleri unutamayacaksın, hiç bu kadar mutlu olmayacağını sanacaksın. sonra öyle zamanlar gelecek, çok üzülüceksin, bu günleri çok arayacaksın. ama sonunda hepsi geçicek ve sen hiç olmadığın kadar mutlu olacaksın demek istiyorum. inan demek istiyorum. ah, neler demek istiyorum.

demiyorum. bırakıyorum dansetsin, bırakıyorum ümitlensin, bırakıyorum ağlasın, üzülsün, gülsün, düşsün, kalksın.
koşmasın, yürüsün. bırakıyorum büyüsün.
elimi tutan ele bakıyorum, gözlerimi kaldırıp gözlerine bakıyorum.
farkında değilim, gözlerimden sicim sicim yaşlar akıyo.
sarılıyo bana. sarılıyorum ona.
o an, tam o an, o içerideki ege'ye olan borcumu ödediğimi hissediyorum.
gözlerimi siliyorum, gülümsüyorum, yeniden elini tutuyorum.

hadi diyorum.
aşağı doğru yürüyoruz.
kendimizi, yine, yeniden, İstiklal'in derin sularına teslim ediyoruz.
yıllarca karaya vursak da, artık kendi koyumuza ulaştık çünkü, biliyoruz.

hadi.