Wednesday, February 27, 2013

lover, undercover.

dedi ki;

"bütün eski sevgililerimi toplayıp bir basın toplantısı düzenlemem lazım sanırım. onlara toplu bir özür borcum var. hepsine arkadaşım diye tanıştırdığım, bisürüsüyle arkadaş bile yaptığım adamın aslında arkadaşım değil uzun zamandır aşık olduğum adam olduğunu söylemem lazım."

cümlelerin hangisinin neresinde ciddi olduğunu anlayamadım. basın toplantısı yapma fikri ne kadar absürdse, böyle bir durumun içindeki insanın içini dökme isteği, o denli olasıydı. hiçbir şey demedim.

sonra diğeri dedi ki;

"her zaman neyi savunduğumu bilirsin. ben bir erkekle bir kadının bu kadar yakın arkadaş olması fikrine zaten inanmam. bir kadını en iyi yine bir kadının anlayabileceğini, bir erkeğin de en yakınında isteyeceği tek kadının sevişebildiği kadın olması gerektiğini düşünürüm. belki doğru, belki yanlış, zaten hepimiz hayatın bize yaşattıklarına göre yapıştırmıyor muyuz etiketlerimizi birbirimizin üzerine?"

ben susuyordum. 

ilki yine konuşmaya başadı;

"ya da belki de, hayatta kendimize yakıştırdıklarımız ve yakıştırmadıklarımız vardır. yapmak istediklerimiz ve kendimize konduramadıklarımız. kendimizi sevmeye zorladıklarımız ve aşık olmaktan kaçtıklarımız. ve belki de, tüm bunların sebebi, zarar görmekten korkuyor oluşumuzdur. ama bak hep ne olur sonunda, kendini sevmeye zorladığın adamın kalbini beşe böler eline verirsin, gölgesinden fellik fellik kaçıp sürekli görmezden geldiğin adama, gün gelir, kendi ellerinle yüreğini teslim edersin."

aklma aniden, Yılmaz Erdoğan'ın o hiç unutmadığım satırı geldi, araya girdim;

"ama dur bak. onunkine kalp, kendininkine yürek dediğinin farkında mısın? sence bu, tesadüf mü? neden bizimki bu kadar değerli ve hayati iken, o umursamadıklarımızınki sıradan bir organ? ne kadar önemsiyoruz kendimizi, hislerimizi, acılarımızı, sevinçlerimizi. ne kendimizi bu kadar büyütmeye, ne diğerlerini böyle küçültmeye hakkımız var aslında...ama işte...biliyo musun o lafını Yılmaz Erdoğan'ın, lisedeyken okumuştum bi kitabında; 'kalbim etten bir organ sadece, kalbim yüreğim olur sen gelince' gibi birşeydi. pek dokunmuştu o zaman, malum lise zamanı kabuk sağlam değil, henüz bıngıldak kıvamında, ne çarpsa  oyuyo...kalmış o zamanlardan aklımın bir köşesinde..."

yeniden konuşmaya girdi;

"ya yok ben vazgeçtim. benim kimseye bir borcum yok. belki dediğin gibi, konduramadığımdan itiraf edemedim. ya da belki, ona varana kadar birkaç heyecan daha tercih ettim. belki ondan bekledim, belki kendime güvenemedim, ya da belki kadere güvendim. ne bilim, olan olmuş, olan oldu, olacak olan zaten oluyo."

belki de hepimizin tek ortak fikri, olacak olanın, zaten olacağıydı. 
bugüne kadar da hep öyle olmamış mıydı?

bir fikre katılınca susulur mu bilmem ama, biz sustuk.
arkada love me like a river does çalıyodu. 




"baby don't rush, you're no waterfall, love me, that is all."




Thursday, February 21, 2013

Come

sinemadan çıktım, istiklal'de yürüdüm biraz; biraz derken, aslında bütün Istiklal'i.
Istiklal'in birazı olur mu?
sora Galatasaray'da kestanecinden kestane aldım. yiye yiye yürüdüm, Sant'Antonio'ya girdim.
önünden geçip de uğramazsam o alınır, ben üzülürüm.
kulağımdaki müziği kapattım, kestaneyi kıvırıp çantaya attım, cebimden 1 lira çıkardım, mum aldım, yaktım.
sora banka oturdum. ne kadar oturduğumu hatırlamıyorum. 
neler anlattığım da biraz muallak, doğru yollardan, hayırlı insanlardan, iyiliklerden, güzelliklerden ve  sağlıktan bahsettim. bikaç insanın ismini yüreğimin en gizli kutusundan çıkardım ona, anlattıkça anlattım; bir kaçını aklımdan bile geçirmek istemedim, "sen bilirsin benim içimi" dedim, kısa kestim.
sonra bi adam geldi, benim de mumumu diktiğim köşeye üfledi, bikaç mumu hunharca söndürüverdi.
benimkiyle göz göze geldik, bana "merak etme ben burdayım" dedi. 
içim rahatladı.
biraz daha konuştuktan sonra çıktım, müziği açtım, son sabah üçyüzüncü kez çalmaya başladı, kestaneyi çıkardım, yürüdüm, Robinson Crusoe'ya girdim. aradığım kitabı sonunda buldum, hemen aldım.

çıkınca mesaj attım; "sana bi hediyem var" dedim.
tahmin etti, tutturamadı.

hayatın hediyesi tahmin edilmezlik,
ve tahmin edilmezliğin kitabı, 
birer birer hepimizin hayatı.


bir de lütfen, lütfen,
komando merdivenleri demeyin, 
Kamondo merdivenlerine.

Wednesday, February 13, 2013

hangi şarkılardan çıkılmaz?

of!
bunu anlatabilmek için o kadar çok oturdum ki kağıt kalemin başına,
o kadar çok şey geçirdim ki aklımdan,
o kadar çok şarkı dinledim, ve o kadar çok sessizce bekledim ki zaman zaman;
ben hala yapamamışken, hala daha iyisi olabilir diye direnirken,
ve hala bunu anlatabilmek için nedense sadece kendimden ümitliyken,

bugün o satır bir şarkıda geçti.
aslında ne kadar basitti!
hayıflanmadım hiç, bunu ben neden düşünemedim diye.
ve takılmadım hiç cümlenin sadeliğine.
çünkü zaten, şarkılar sadece bunun için yok muydu?
kelimelerin kifayetsiz olduğu zamanlarda, tek emin olduğumuz şey değil miydi şarkıların 'bu kadar' güzel olduğu?


"her şeyden bir şarkı çıkmaz ya
her şarkıdan da çıkılmaz ya
kalbin de ruhun da farkında
hikayen bitmemişti aslında
hakikat neye yarar göz yalansa
bilsen hiç ağlar mıydın sonunda
duyar mı ki, anlar mı sorunca
koca bir an yansın mı karşımda
belki son sabahtır
belki de bahardır
al, aklımı al da, yerine koy zamanı
başka bir karanlık istemem ki artık
rüyadan güzelse
bu aşktır."



yağmurlu bir yaz günü bir şarkının başlattığını, güneşli bir kış günü, başka bir şarkı bitirdi.
artık rahatım.