Tuesday, December 16, 2014

frisson

bazı durumlarda aza tamah etmek,
kendine ayıp etmekle aynı.
etme.






Thursday, December 11, 2014

older chests


tam 20 sene önce çekilmiş bi fotoğraf. ben varım, başkaları var.
çok fazla şey yok zaten, 20 sene önce ne kadarsak, o kadarımız var. 
bi huzur çökmüş üstümüze, üstümüzde hiçbir şey bilmemenin dinginliği var.
kimbilir kim, elmacık kemiğine makinasını dayayıp çekmiş bizi. 
sıraya girmişiz, poz vermişiz, durmuş, beklemişiz. 
fotoğraf net değil, ama pırıl pırıl anısı.

1 sene önce çekilmiş bi fotoğraf. ben varım başkaları var.
çok fazla şey var etrafımızda, insanlar, içkiler, masalar, sandalyeler. bi gürültü geliyo kulağa uzaktan, hangi şarkı bu desen, bilirsin sanki dinlesen. üstümüzde bi azgınlık var gibi; aceleyle telefonla cekmiş biri, bir saniye sonra herkes devrilecek sanki. fotoğraf net, bizim kafalar değil.
çok net olmaya da gerek yok zaten, yarın kimse hatırlamayacak o anı.


o 20 sene önceki fotoğraftaki herkes, bugün yanımda. 
o 1 sene önceki fotoğraftaki kimse yok buralarda.
artık pek takılmıyorum, uğraşmıyorum da anlamaya.
hayat ne yaptığını biliyordur diyorum,
biz bilmiyor olsak da.










Tuesday, December 2, 2014

What it all, what it all could be.


yıllar önce biri bana bloguma sadece kendi anlayabileceğim şeyler yazdığımı söylemişti.
anlam verememiştim çünkü, ben yazdığım herşeyi zaten kendime yazıyordum.
ve anlam verememiştim çünkü, aslında benzetmelerden, şiirlerden, devrik ve düz cümlelerden herkes birşeyler anlayabilirdi ve bunun benim anladığımla aynı şey olmasına gerek yoktu.

hepimiz bir benzeri daha olmayan hayatlar yaşıyoruz.
hayat bize insanlar gösteriyo ve anlar, anılar, acılar. mecbur bakıyoruz, bazen görüyoruz bazen kaçırıyoruz. bazı şeylerin mutlaka kaçması gerekiyo gözden, iki kez baktığında gözüne bi kirpik kaçıveriyo. ovuştur ovuştur geçmiyo. yıllar geçiyo, o kirpik ordan çıkmıyo. ama bazı şeyler de inatla sana kendini göstermek istiyo. görmedin mi, bi daha geliyo. anlamadın mı, çok uzaklardan da olsa bi işaret çakıyo. belki işaretten de birşey anlamıyosun sen, o zaman diyo, ben gideyim sonra tekrar gelirim. çünkü senin onu görmen gerekiyo, çünkü senin onu yaşaman gerekiyo, çünkü hayatla aynı dili konuşmasan da, senin ondan bişeyler çıkarman, öğütmen, sonra ya sindirmen, ya kusman gerekiyo.

hayat, sana bazı şeylerin tadını mutlaka denetiyo.
sonunda ya ağzında şahane bir tat kalıyo, ya da safra kusmaktan yemek borun bir ömür ekşi ekşi yanıyo.
aslında hayat da, herşeyi sadece kendi anlayabileceği şekilde anlatabiliyo.
o da senin, o da benim gibi, herkesin değil, sadece kendi dilini konuşuyo.
ve herkes kalbinin çarptığı, aklının saklandığı kadarını anlıyo.

aç kalbini, unut aklını. küçük prens'in dediklerini hatırla.
yanacaksan en sıcak ateşte yan, yatacaksan yasak çimlerin en yumuşağına uzan.
yarın yok çünkü.
aç kalbini, unut aklını. hayatın sana anlatmaya çalıştıklarını anla.
gör diyosa gör, yap diyosa yap, yan diyosa yan.
bedeli neyse ödenir, cevabı neyse verilir. geç kalma, pişman olma.
bu an, bir daha yok çünkü.

sakın unutma,
aslında güzel şeyler bizim tarafta. 






Sunday, November 23, 2014

Q

ne zaman dersen, bundan tam 14 sene önce inanmıştım, hayatta tesadüf diye birşeyin olmadığına. kartalkaya'dan istanbul'a dönen bir arabanın arka koltuğunda uzaklara bakıp ne aradığını bile bilmeyen, ama bulmaya andlar içen ben, sonraki aylar boyunca başından geçen film gibi olaylardan sonra bir mayıs sabahı lisede sınıfa girmiş ve tahtaya kocaman harflerle "mucizelere inanın, çünkü gerçekten varlar!" yazmıştı. arkadaşlarım el yazımı da tanıyordu, hikayemi de. tahtayı gören yanıma koştu. tesadüf yoktu, olamazdı. mucizeydi ve benim başıma gelmişti. herşey bu kadar basitti.
hayat basitti.
biz çocukken, meğer hayat ne basitti.
***
bugün interstelları izlemek üzere gittiğimiz sinemada, sona kalan donakalanlar olarak kendimizi karışık kaset izlerken bulduk. irem 15 ya var ya yok, kendisi bir aslan kadını, yengeç'lerden illallah demiş. gel gör ki ulaş yengeç, aslında aslanlarla anlaşabileceği yazıyo, annesinden yürüttüğü astroloji kitabında. öyle yazıyo, ya da ulaş öyle okuyo, önemli değil. önemli olan, ulaş irem'i çok seviyo. ulaş irem'i o kadar çok seviyo ki, her sabah servis beklemek için kapının önüne yarım saat erken çıkıyo, çünkü irem'in servisi  onunkinden yarım saat önce geliyo, çünkü ancak o zaman irem'le geçirecek birkaç kıymetli dakika yaratabiliyo. irem pek anlam veremiyo buna, neden erken çıkıyosun ki diyo, e konuşuyoruz? diyo ulaş.
e yalan değil.
***
nasıl ki o filme gitmemiz tesadüf değildiyse, benim 14 sene önce bir sabah servis beklemek için sokağa erken çıkmam, ve onun tam da o zaman önümden geçmesi de tesadüf değildi. kartalkaya'dan istanbul'a dönen bir arabanın arka koltuğunda uzaklara bakıp ne aradığımı bilmeyen ben, aradığımı bulmuştum bir sabahın kör şafağında. tanımıyordum, ne olduğunu bilmiyordum. ama sabahın o saatinde önümden geçtiyse, demek sonsuza kadar paralel değildi yollar, kesişiyordu bir yerde. o gündü işte, mucizeleri tahtaya kazıdığım gün. o gündü, bir zamanlama hatasıyla kendi mucizemi yarattığım gün. ertesi gün yine çıktım o saatte sokağa, yine güneş doğmadan daha. kalbimin sesinden yokuştan inen arabaların sesini duymaz olmuştum. yine geçti. oydu. yoktu şüphe, kesin oydu.
ertesi gün, yine. ertesi gün yine. 2 yıl boyunca her sabah, yine.
sonrası, başka hikaye.
***
nasıl ki tüm bunlar tesadüf değildiyse, bundan tam 7 sene önce, paris'e taşındığım hafta, bir pazar günü kucağıma laptop'u alıp hürriyeti açmam da tesadüf değildi elbette. o fotoğrafın karşıma çıkması da.  yüreğimin sıkışması, ellerimin titremesi, içimin boşalması, nefesimin kesilmesi de. kalbimin gürültüsünden konuşulanları duymaz olmuştum. resimlere baktım, cümleleri okudum. olay yerinde verilen bir can vardı, "tüm müdahalelere rağmen kurtarılamayan." arayıp da bulamadığım, bulup da bir türlü elini tutamadığım, uğruna karışık kasetler değil ama karmakarışık sayfalar doldurduğum, mektuplar yazıp arabasının camına kıstırdığım mucize, aşırı hızla yükselmişti göğe. sokağa fırladım, bi yürüdüm, bi durdum. bi ağladım, bi sustum. beni tanıyan herkes tek tek aradı, ben bütün kelimelerimi yuttum.
***
ve elbette tesadüf değildi, onun evinden 3 adım uzaktaki evimde değil de, herşeyden binlerce kilometre uzakta olmam. beni uzaklık sakinleştirdi. beni her konuda olduğu gibi, bunda da uzaklık ehlileştirdi. kartalkaya'dan istanbul'a dönen bir arabanın arka koltuğunda uzun uzun dışarı bakan ben, günlerle, gecelerle, titrek elleri ve kesik nefesiyle, buna da alıştı. bunu da kabullendi.

kabullenemediği tek birşey kaldı;
24, ölmek için çok erken yaştı.


Wednesday, November 19, 2014

BE




daha yürümeye başlamamıştık, cenazenin gelmesini bekliyorduk.
binlerce kişiydik. elinde siyah şeritle bağlanmış ekmekler vardı insanların. 
pencerelerden ağlayan insanlar sarkıyordu. onlardan farkımız yoktu ya,
biz ağlamıyorduk. nereden geldiği belli olmayan derin bir cesaret ve metanetle bekliyorduk. 
sonra bir kadın yanaştı yanıma, elime bir plastik bardak tutuşturdu. içinde helva.
 "al kızım" dedi. 
aldım. göz göze geldik, "allah kabul etsin" dedi. hiçbişey diyemedim, başımı salladım.
metanetim buhar oldu, ağlamaya başladım.

***

"biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya,
sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya,
anamız çay demliyor ya güzel günlere,
sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa,
sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız,
bu, böyle gidecek demek değil bu işler,
biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz.
ama bir ağızdan tutturdugumuz gün hürlüğün havasını,
işte o gün,
siz tanrılar bile kurtaramaz. "

C. Süreya

Tuesday, November 18, 2014

akm

istanbul'da 60'larda, 70'lerde yapılmış modern binaların yapılışları, yaşanışları ve gözyaşartıcı akıbetleriyle  kafayı yemeye başladığım aşikar. kendimi eski istanbul bloglarından, mimarlık sitelerinden, yapı.com'lardan, arkiteralardan alamıyorum. itü kütüphanesine gidicem yarın, aradıklarımı bulmaya, kaç saatte çıkarım bilmiyorum. kan çekiyor diyenler olur, doğrudur, ama sırf kanım değil, canım da çekiyo. müthiş bir haz alıyorum o binalara bakarken. daha önce de anlattığım gibi, nedenini benim de anlayamadığım bir zevk bu benim için. Tati'nin yemelere doyulmaz filmi Mon Oncle' unu da aynı açlıkla izledim mesela kaç kere, o net çizgiler, o yalınlık, o soğukluk ve aslında bir arkadaşımın dediği gibi 'hayatımızdaki tüm robotlaşma ve sanayileşmeyi başlatan' o fonksiyon aşkına bayılıyorum. Filmde amcanın evin modern mutfağına girip de hiç bir aleti kullanamaması gibi, biz de kullanmayı becerememişiz işte o güzelim evleri, batmış bir tarafımıza.  Taşralılığımız, para hırsımız, çıktıkça çıkılan katlara düşkünlüğümüz, paçalarımızdan akan rüküşlüğümüzle olduramamışız, alışamamışız.


bunları dedim de, aslında demek istediklerim bu değildi. 
gözümün önüne düşenler, tüm bunlardan daha acıklı, daha kişisel, daha hikayeli. 
60'larda yaşamadım, o bayıldığım evlerde oturmadım. bazı arkadaşlarımın olduğu gibi, çocukluğumdan kalma da olsa bulanık anılarım bile yok. 

ama AKM'yle var. hem de ne çok var. 
ilkokul boyunca neredeyse her cuma akşamı ananem ve dedemle senfoni konserlerine sürüklendim. allah biliyo ne ıstıraptı. ilkokul çocuğu ne anlar senfoniden, klasik müzikten, benim o ara tek dinlediğim şey Yonca Evcimik. okul bitmiş, istiklal marşını söylemişiz, önümüzde koca haftasonu, ama benim önümde atlatmam gereken bir sınav daha var. yaş ortalamasının 82 olduğu o kocaman, bana o zamanlar daha da dev gibi gelen o salonun koltuklarında ananem, dedem ve her hafta orada görüştükleri arkadaşlarıyla otur, artık bahtına ne çıkarsa, dinle. bir keresinde walkman'le kaset dinlemeye kalkışmıştım da dedem yakalamıştı beni. düşünüyorum da şimdi ne cesaret, ama hak da veriyorum, çünkü ne eziyet.
o senfoni gecelerinden sonra çok sık yine gittim tabi AKM'ye, aklım bişeylere biraz daha erdiğinde, hatta arkadaşlarımızı dinlemeye, tiyatro izlemeye. o güzelim merdivenlerini çıktım, konserler bitti, kimbilir kaç kere kalabalıkla ağır ağır indim. soldaki merdivenlerden çıkarken duvarda oyuncuların siyah beyaz resimleri vardı, çocukken gülriz sururi'ye takılırdı gözüm, hep korkardım. sağdaki yuvarlak merdivenleri severdim ben, havada yürür gibiydin, uçar gibi çıkardın oradan.


durup dururken bunları anmam, yazmamın bir sebebi var elbet. o merdivenlerin, balkonların, fuayenin şimdiki halinin bazı fotoğraflarını gördüm demin. tahmin ediyordum tabi neye benzediğini. gördüğüm şey tam da tahmin ettiğim gibi, bitikti. hırpalanmış, tartaklanmış, yılların öfkesi, nefretiyle tekmelenmişti elimizden alınan onlarca şey gibi. bir sinema, bir profiterolcu, 3-5 ağaç gibi görünseler de hepimizin çocukluğu, gençliği, özgürlüğü, sesi nefesiydi hepsi. şimdi diyorum ki, keşke o bana eziyet gibi gelen, kimbilir kaç cuma girip çıktığım o kapının önünde, o kocaman insanların arasında küçük küçük çıktığım merdivenlerde, o sıkıla sıkıla beklediğim fuayede, o walkman dinlemeye kalkıştığım salonun koltuklarında bir fotoğrafım olsaymış. bu şehirde yarın ne göreceğimizi, ne göremeyeceğimizi asla kestiremezken, bugünlerim ve yarınlarım için, akm'yle bir fotoğrafımız kalsaymış.

bu yazıya başlarken aklımdan geçen bulduğum fotoğrafları buraya koymaktı, yapamadım. onca çirkinliği, bir de buraya taşıyamadım. sadece bir tanesini, kronolojik düzeni anlatması açısından koydum. bugün senin olanın yarın kimin olacağını bilememek, hangi adımının son olacağını kestirememek, ama yine de sahip olduklarının kıymetini bilmek ve şikayet etmek yerine keyfini sürmek, bize sıklıkla verilen hayat dersleriydi hep. şimdi o dersleri yaşadığımız şehir için tekrar hatırlamamız gerekiyor. pencerenizden görünen ağaca bir kez daha bakın, her gün önünden geçtiğiniz o eski apartmana da. istiklal'de başınızı kaldırıp yürüyün, o balkonları unutmayın, bazı ara sokaklarda ise yerdeki arnavut kaldırmlarından kaldırmayın gözlerinizi.

 çünkü bu şehirde neyi en son görüşünüz, asla bilemezsiniz.


Friday, October 24, 2014

Hier encore



çok zaman oldu.
***
...derken, eskiden, o hepimizin hayatından illa ki geçen küçük moleskine defterleri bir ayda bitirirdim. ne çok taşardım, ne çok yazardım, ne çok sözüm, ne çok fikrim, anlatmak istediğim ne çok an'ım vardı. raflar dolusu moleskine'lerde bir koca dönem deri kapakların arasında uyuyo şimdi. insanlık için kısa, benim için uzun bir dönem. gel gör ki artık çantamda dolaştırdığım defteri ne zaman aldığımı hatırlamıyorum. aniden gelen cümleleri telefonumun not kısmına yazar oldum, o anlık telaşlarda çanta içinde defter kalem aramakla uğraşmıyo ellerim. aslında bakarsan zaten o kadar fazla cümle de gelmiyor aklıma. insanlık için küçük, benim için büyük bir sıkıntı.
***
...derken; yine yeniden, sıkıntılardan sıkıntı beğendiğimiz anlar, günler, aylar. hepimiz için. ne bitmez derdimiz, ne dolmaz çilemiz varmış. ülkece toplu sünnet töreninde sıramızı bekliyoruz, hepimizi kesecekler sanki, arkalara koşuyoruz, uzaklara kaçıyoruz, itinayla görünmez olmaya çalışıyoruz. işini bilenler kaçmış da, bi biz kalmışız keriz gibi ortalıkta. çok azız. her gün daha netleşiyo görüntü, gerçekten çok azız. hani love actually'de yazar adam bir gün herşeyden kaçarak o göle bakan eve gidiyo ya, sonra göl onun bütün romanını emiyo, bitiriyo falan; tam da orayı istiyorum hayatımda. gerçi bilmiyorum da orası neresi. aramıyorum da. hem zaten bilen bilir, seyahatten, gezmekten hoşlanmam ben. denizden, tekneden, karadan uzak olmaktan, yere sağlam tutunamama hissinden hoşlanmadığım gibi. nereye koysan yaşarım ama, her zaman o nere'lere gitmeye hazır olamam. aynı şehri yüz kere özlerim de, yeni bi yere ilk kez gitmeye yanaşmam. aynı lokantalarda aynı yemekleri yemeye hiç itirazım olmaz da, yeni açılmış yerlere ısınamam. "başak burcu memnuniyete bir tepki olarak doğmuştur" demişti ya biri, ne doğru demişti.
***
...derken,  kafası benim gibi çalışanlar yukarıdaki fotoğrafı görünce Yves Klein'in o meşhur fotoğrafını hatırlamış olabilir. oysa ki burası Istanbul. istanbul'daki eski - ve tabi ki yerinde yeller esen- binalarla kafayı yemek üzereyim. sürekli bişeyler buluyorum, okuyorum, yine de yettiremiyorum. binadan gitsem sonu gelmiyo, mimardan gitsem kafam allak bullak oluyo. okudukça, gördükçe içimde doğan hissi de kimseye anlatamıyorum. tam bunların ortasında Salt'taki yazlık sergisine gittim, iyice tuz bastım yarama. ayrılamadım florya plajından, caddebostan'daki yazlıklardan, vedat tek'in, sedad hakkı'nın konaklarından. bu saykodelik durumu açıklamak için "basit bir nostalji sevdası"ndan girip, asla tatmin olmayıp, reankarnasyondan çıkıyorum. süreyya plajından denize mi girdim, caddebostan'da arabası olan 5 aileden biri miydi ya da benimki, moda'yı bu kadar sevmemin sebebi başka bişey mi, o tek katlı, üzerinde modernizmin temizliği akan evlerden birinde büyüdüm belki? bulamıyorum, bilemiyorum ve yukarıdaki soruların cevabını kendi kendime verdiğim yetkiye dayanarak evet diye cevaplıyorum. siz aksini kanıtlayana kadar, evet.
***
...derken, dün akşam 650. kere human planet'i izledim, bu sefer dvd'den de değil, bbc'den. düşün ki, o kadar muassır bi medeniyetsin ki prime time'da belgesel yayınlıyosun. bu fikir çok tanıdık tabi ama milleti uyutmak için değil bunlarınki, uyandırmak için; bak demek için, bu gezegende daha neler neler var. Papua yeni gine'de galiba, babalar aileleri için maymun avlıyolar ormanda, eve getiriyolar, kadınlar pişiriyo, ailece mutlu mesut yiyolar. sonra bakıyosun bütün çocukların tepesinde birer yavru maymun, en yakın arkadaş olmuşlar. bununla da kalmıyo çocukların annesini bi görüyosun ki, almış bir yavru maymunu kucağına emziriyo. hem besleyip hem nasıl yiyebilirsin diye düşünecek oluyorsun. normal, sen şehirli insansın. düzsün, sığsın, bunları görünce anlıyoruz ki biraz da yazıksın. kucağındaki maymun huzurla memesini emerken, kadının anlamadığımız sözleri altyazıya dönüşüyo; "what we take from the forest, we have to give back." annesini babasını avladıysa, yavruyu kendine evlat, çocuklarına kardeş yapıyo. çünkü aslında bu doğanın bir parçası olmak bunu gerektiriyo ama elbette ki bizim önce, doğanın bir parçası olduğumuzu hatırlamamız gerekiyo. beynin arkalarına atılıp, içindekilerin bin yıllar önce işlevsiz bırakıldığı o çekmeceyi açma vakti geldi de geçiyo.
***
...derken, Gezi'nin üstünden 1,5 sene geçti. hala insanları daha iyi tanımama yardımcı oluyo. twitter'dan sildiklerimiz, facebook'tan sildiklerimiz, hayatımızdan sildiklerimiz. bir yanda Lucca'ya takılmadığım için bana "doğru tabi sen yemekten sonra hükümet protestolarına gidersin" diye aklı sıra dalga geçenler, öbür tarafta "sokakta başına bişey gelirse avukata ihtiyacın olursa saat kaç olursa olsun beni ara" diyenler. diyemedim bişey, böyle işte.
***
...derken, biz lisedeyken Bebek'te Lucca filan değil ama, Ashram vardı. hatırlayanlara, bence bu cümle çok fazla şey anlattı.
***



Thursday, July 24, 2014





bi şarkıyı ne kadar çok sevmekse,
bu şarkıyı o kadar çok sevmek.

Saturday, July 12, 2014

"bütün savaşları kazanması gerekiyordu."







önce bangır bangır space oddity dinledim.
birileri bana biryerlerden bazı mesajlar göndermeye çalşıyo, farkındayım, ama sinyalleri alamıyorum.
sinyaller zayıf. duyamıyorum seni major tom ama sen de, inatla bağırmıyosun. insanın kendi sesi kendine çok gelir ya, çok bağırıyorum, hem de en doğru şeyleri söylüyorum sanıyorsun. hayır major tom, söylemiyorsun. kelimeler uzayda dağılıyor oradan buraya gelene kadar, olur sanıyorsun ama uğraşsanda toplayamıyorsun.

ama yok, bangır bangır space oddity dinlemekten değil başımın zangır zangır ağrıması.

***
bu aralar izlediğim her filmi, izlediğim başka bir filme benzetiyorum. ne kitap okusam, mutlaka birinin bana anlattığı bir hikayeye bağlıyor, "bak geçenlerde bir kitap okudum, aynı böyle bişey anlatıyodu" diye anlatmaya başlıyorum. sefertasının içindeki pidenin arasına konmuş bir aşk mektubu Ila'ya değil kathleen kelly'e gidiyor bence, her seferinde. çünkü aslında herşey aynı. çünkü aslında herşey var. çünkü aslında hepimiz daha önceden çizilmiş çizgileri kalınlaştırıyoruz. çünkü aslında herşey eski. sen de eskisin. eskidin. herşeyin aynı olmasından eskidin, rüzgar hep aynı yönden estiği için köşelerin kıvrıldı içe doğru, ve hep aynı şeyi yemekten üstüste kimbilir kaçıncı kere, miden almıyo artık; 'aç kalırım daha iyi'ler, hakkaten daha iyi artık.

ama hayır, tüm bunlardan da değil başımın zangır zangır ağrıması.

***

bunları yazdım, bu üstteki şarkı çalmaya başladı.
ağlamaya başlamak istedim, kendimi tuttum.
tuttuğum kendimi rahat bırakmak için camı açtım, işten dönen bir palyaço geçiyordu evimin önünden, elinde uyduruk bir torba, içinde muhtemelen normal kıyafetleri, ifadesiz yüzünde gülen yüz makyajı. palyaço bile olsan, kahverengi kumaş bir pantolonun, belki kısa kollu bir gömleğin ve herkes gibi yorgun bir suratın var, akşamın bir saatinde.
onu görünce ağlamaya başladım. tuttuğumu bıraktım.
sonra anladım, içimin sızım sızım ağlamasındandı, başımın zangır zangır ağrıması.







Monday, June 30, 2014

kişisel tarihim ve bizim büyük kış uykumuz

Lisedeydik, Mayıs sıkıntısı diye bir film çıkmıştı. yönetmenin adını daha önce hiç duymamıştım. önce Gökçe gidip bize anlatmıştı. anlata anlata bitirememişti ama. sonra ben gittim. 
hayatımda o güne kadar varolduğunu farketmediğim kapıyı, o film açtı. 

***





bir seneliğine italya'ya erasmus yapmaya gittiğimde iki senedir siyaset okumaktan içim bulanmıştı. italya'da bir sene daha kendime bunu yapamayacağımı biliyodum, şansım vardı, ne istersen oku, 8 ders al geç yeter dediler, ben sinema okumak istedim. zaten o güne kadar da ingiltere'deki okulda alabildiğim kadar avrupa sineması dersi almış, kütüphanedeki her boş vaktimde o küçük film izleme kutularına girip, kulağıma kulaklıkları takıp Lars Von Trier'den girip Fellini'den çıkmıştım. hayatımda en çok sevdiğim birkaç filmden biri olan Fahrenheit 451'le yine o kutulardan birinde tanışmış, hatta derslerimden birinin tez konusunu zorla ona evriltmiş, kitap ve filmin karşılaştırmasını yapmıştım.
italya'ya gittiğimde ise elbette düzenli kutular, çalışan kulaklıklar yoktu; tabi ki ne istiyorsam şehir kütüphanesinde arayacak ve tabi ki neyin nerede olduğundan bihaber elemanlarına anlamsız sorular soracaktım. ders listesi elime geçtiğinde onlarca ders arasında nasıl seçim yapacağımı bilemeyip kolaya kaçtım, okuldaki en iyi hocaları buldum. daha önce anlattığım okulun en meşhur ikinci hocası olan (ilki elbet Umberto Eco'ydu ve neyse ki bir dersine girip hiçbir şey anlamama onuruna da eriştim) Marra'dan fotoğraf tarihi, bir de adını hatırlayamadığım saçı sakalı birbirine karışmış bir hocadan film restorasyonu derslerini seçtim. sonra da tamamen içimden gelenleri; italyan sinema tarihi, tarkovsky vs. Angelopoulos gibi birşeyler, yeni dalga yönetmenleri ve karşılatırmalı avrupa sineması. resmen kendimi kaybettim bir sene boyunca. bu adamların hepsi rüyalarıma girer olmuştu. ilk dakikadan Truffaut'ya aşık oldum, Tornatore'ye her filminden sonra sarılmak istedim, Almodovar'a ve sinir krizi eşiğindeki kadınlarına bir türlü ısınamadım ve her Bergman filminden çıktığımda birşeyler ters gidiyor hissinden uzun süre kurtulamadım. Through a Glass Darkly'i izlediğim gün dersten çıkıp koşarak eve gidip uzun uzun duş aldığımı hatırlıyorum. Angelopoulos'un uzun sekanslarını bana Ulis'in bakışı sevdirdi ve öldüğü gün aklıma gelen ilk şey Tuna nehrinden bir uçtan bir uca gemiyle taşınan Lenin heykeliydi. okul bitti, dersler bitti, sınav zamanı geldi; ben Cinema Paradiso'daki küçük Salvatore'nın heyecanıyla izlediğim için tüm filmleri -ve elbet çalışmaktan başka hiçbir şey yapmadığım için-  nerdeyse bütün sınavlardan 30 üzerinden 30'la geçtim. o kadar filmden ne hatırlıyorsun dersen, anlatamam bile. hep kalıntılar; his, heyecan, mutluluk, acı kalıntıları. ama sinemanın benim için en kıymetli yanı bu sanırım; bir tek damlanın denizin tüm özelliklerini taşıyor olması gibi, akılda kalan tek sahnenin, anın, sözün bile tüm filmin heyecanını insanın içine nazikçe oturtabiliyor olması.

tüm bunları neden yazdım? lafı neden bu kadar uzattım? dün Kış Uykusu'nu nihayet seyrettiğim için.
filmden çıktım, önce biraz hiçbir şey yapamadım. sonra bir anda tüm bu yukarıda anlattıklarımı hatırladım, o hislerimi, o zamanki heyecanlarımı. kocaman bir Tarkovsy izlemiş, Karamazov kardeşleri bitirmiş gibi bir sükunet çöktü üstüme. dev gibi bir tabloya uzun uzun bakmış, bir ucuna bakarken diğer köşesini unutmuş, biraz uzaklaşıp tekrar incelemiş, sonra daha çok yaklaıp fırça darbelerini farketmiş gibi hissettim kendimi. sonra yavaş yavaş keşke diğer filmlerde olduğu gibi sekanslar biraz daha uzun olsaydı, manzaralara biraz daha bakabilseydik diye söylendim, Nejat İşler'i yerine oturtamadım, Demet Akbağ'ın botokslarından çok yoruldum. İmam Serhat Kılıç'a hayran oldum, atı ve tavşanı uzun uzun düşündüm. koltuğa kilitlendiğim sahne ise, malesef görselini bulamadığım, ağacın tepesinde kuşların sahnesiydi. ne kadar yalın, ne kadar güzeldi. hala durup durup gözümün önüne geliyor o sahne. böyle bir filmi yazıldığı dilde izleyebilmenin şans olduğunu düşündüm ve yapay aydınlığının kibirini yerlere seren Aydın'ın "köyden buraya kadar yürüyerek mi geldiniz?" diye sorarkenki şaşkınlığını. ve çocuğun bayılmasını. ve polis olmak istemesini. ve o sabah ışığında o atın gri boşluğa doğru koşuşunu. ve kapıdan soğuk geliyor deyip yer vermeyen adamı. ve Haluk Bilginer'in arkasında oturan kardeşine " sen orda oturdukça birileri nasırlı elleriyle sırtıma dokunuyor gibi hissediyorum" deyişini. ve imamın ayağındaki kadın terliklerini. ve Nihal'in ne yardan ne serden çaresizliğini. ve çalan Schubert'i. kötülüğe karşı koymamayı tartışan insanları ve karşılarında yaptıkları kötülüğe karşı koy(a)mayıp teslim olan atı. ve sonra, o atı yine özgürlüğüne salan adamı.

daha günlerce düşünürüm gibi. daha günlerce gözümün önünden o turunculuk ve o grilik gitmez gibi.
peki ama,
kötülüğe karşı koymadığımızda, kötülük yapan yaptığının farkına varıp utanır, vazgeçer mi?






Tuesday, June 17, 2014

there's a reason for our love

hayatta okumaktan mazoşistçe zevk aldığım en büyük insan, elbette ki Pessoa.
ondan sonra da Rilke.
her okumaya başladığımda biri sağdan, biri soldan içimin perdelerini ağır ağır kapatıyorlar; ne pişman oluyorum, ne mutsuz. hepimizin biraz karanlığa ihtiyacı var, hepimizin gözlerinin kapanmaya, ruhunun zoraki mutluluklardan arınmaya ihtiyacı var.
hepimizin hayatı olduğu gibi görmeye, gözlerini karanlığa alıştıra alıştıra, yavaş yavaş anlamaya ihtiyacı var.


"yaz gene de gelir, ama yalnız sabredenlere gelir, önlerinde sonsuzluk varmış gibi, tasalanmadan, sessiz ve yürekleri geniş olanlara gelir.
onu gönül borcu duyduğum acılar içinde öğreniyorum: sabır herşeydir."

R.M.Rilke




Tuesday, May 27, 2014

tarihe not

içimde atlar, peşimden atlılar koşturuyo.
hiç birini ben çağırmadım aslında, hepsi kendiliğinden oluşuyo.
sonra diyorum ki, sen çağırmasan, nasıl çöreklenirler içine.
bak orda bile yine, yine, yine kendimi suçluyorum.
atların da, süvarilerinin de sorumlusu benim, tamam kabul ediyorum.

yıllar önce, henüz Paris'e gitmeden bile önce, tertemiz bir akılla bi yazı yazmıştım.
çalışma saatlerime, alacağım izinlere, atacağım adımlara karar veren bir iş, bir patron, bir hayat istemiyorum demiştim. ben çalışmak için gelmedim buraya demiştim. benim çalışkan hallerime aşina olanlar şaşmıştı bu dediğime; oysa buydu, tam olarak buydu demek istediğim.
ben hayata çalışmak için gelmemiştim.
ne için geldiğimi bilmiyor(d)um, ama bunun için olmadığı açıktı, netti.
birilerini inandırmak gibi bir niyetim yoktu, kimseyi kandırmak gibi bir amacım da.
buydum. inanmazsın ama, hala buyum.

zamanla o tertemiz aklım buharlaştı.
ruhum ağırlaştı, uçuculuğum kaçtı.
kendimi tüm olan bitenin içinde kaybettim, herkesin içinde boğulduğu bataklığa saplandı ayak bileklerim. kendimi yordum, yordum ve daha çok yordum. kendime kızdım, kızdım ve daha çok kızdım. 7de kalkan ege'yi niye 6'da kalkamıyo diye, zaten yapan ege'yi niye daha çok yapamıyo diye, zaten yazan ege'yi niye daha çok yazamıyo diye azarladım. ona olması gereken yerleri gösterdim, parmağımla olmadık yerler işaret ettim, neden hala ordasın dedim, neden burda değilsin diye sinirlendim. beni duymazdan geldiği her günün akşamını ona zehir ettim.

ne çok yordum kendimi,
ne çok bıktırdım.
ne çok sıktım kendimi,
ne çok sıkıldım.

günlerdir düşünüyorum.
bütün olan bitene bi son vermeliyim.
kendimin kendimle olan kavgasından çok yoruldum, birinin bağırmasını, diğerinin susmasını dinlemekten çok yoruldum. olamadığım, varamadığım, yapamadığım, tutamadığım, yakalayamadığım herşey için kendi kendimi hırpalamaktan çok yoruldum.
neysem o olduğumu, kendime bi şekilde tekrar hatırlatmam lazım.
o beni her kötü hissettirdiğinde aslında istediğimin bu olduğunu, olduğumun bu olduğunu, hatta zaten bu doğduğumu ona anlatmam lazım.

yıllar önce ege bi cümle yazmıştı,
"başarılı olmak gerektiği hepimize ezberlettirilen bir yalan, bu kısa yolculukta pencereden güzel manzaralar görelim yeter" demişti. şu an ağrıyan her yerime iyi gelen bu tek cümleyi, bütün yaraları kapatacak tek merhemi diğer ege'nin eline verip aslında bütün ağrıların onun bedenine ait olduğunu göstermem lazım.

atları sakinleştirmem, süvarileri o atlardan indirmem, hepsini bir bir azat etmem lazım.
kendimi biraz daha fazla sevmem lazım. olduğu, olmadığı, yettiği ve tüm yetemedikleriyle.

çünkü bunu yapamadığım sürece,
her yerim kendi tırnak izim, her yerim pençe.











Sunday, May 25, 2014

NBC



Cannes'dan, yine yeniden bir Nuri Bilge Ceylan geçti.
ayağımızın altındaki toprağa ait ne varsa, ezip geçmekten, yakıp yıkmaktan, yokedip unutmaktan bu kadar zevk alırken biz,
o, tüm vakurluğuyla, ellerinde tuttuğu gururu aynı topraklara zamansızca verdiğimiz en temiz insanlara hediye etti.
o, dünyanın en parlak palmiyesinin en kıymetli dallarından birine dönüşürken,
hikayesini anlattığı toprakların televizyon kanalları onu yok saymayı tercih etti.

bir kaç seneye esamesi okunmayacaklar ortalıkta kalabalık yaparken şimdi,
o, onlarca yıl saygıyla anılacak olmayı yine yeniden, çok fazla haketti.

naçizane,
 gururumuzsun Nuri Bilge Ceylan.




bir de, konudan bağımsız olarak,
en favori 'fena halde güzel insanlar'ım yine oradalardı...







Monday, May 12, 2014

tea, coffee or you?





her sabah birlikte uyanmak istediğin ne var?
kokusunu en derinine çekmek istediğin, 
tadını akşamdan sabaha özlediğin?

Sunday, May 4, 2014

G



it was the best of times,
it was the worst of times,
it was the spring of hope,
it was the the winter of despair.

C.Dickens

Thursday, May 1, 2014

wipe the miles away


All God's children need travelling shoes,
üzerine saatlerce konuşabileceğimiz haller var
ve hakkında hiçbir şey söyleyemediklerimiz.
sadece yürümek istediğimiz yollar var; nereye çıkacağını kestiremeyip
adımlarımıza karşı koyamadığımız.

Drive your problems from here.
kilidin sesini duyana kadar varlığının farkında olmadığımız pencereler var,
ve var gücümüzle kapatmaya çalıştığımız kapılar.
sadece nefesini ensemizde hissetmek istediğimiz rüzgarlar var;
ayaklarımızı yerden kesmesine ses çıkaramadığımız.

All good people read good books
okudukça kendimizi hatırladığımız kitaplar var,
ve bir elimizde makas, kendimizi içinden kesmeye çalıştığımız fotoğraflar.
sadece o an'ın tam da o noktasında olmak istediğimiz zamanlar var,
başımızı ne kadar döndüreceğini umursamadığımız.

Now your conscious is clear.
bir de ruhumuzun tüm buruşukluğunu ütüleyen,
sert köşelerimizin kat izlerinin üzerinden geçip sınırlarımızı dümdüz eden,
yok deneni var edip, varolanı tek bir hareketle sonsuzluğa sürükleyen,
anlar, anlar, anlar var.


şarkı çalmaya başladı, bana bunları yazdırdı. bu şarkı benim hayatımda öğrendiğim ilk ingilizce şarkıydı, daha önceki bir yazımda bahsettiğim o deri bavulun içindeki kasetlerden biriydi. çocukken ne dediğini hiç anlamadan ezbere söylerdim.
 hala ezbere ve hala yarısını anlamadan söylüyorum. 
zaten çocukluğumdan beri hayat böyle bişey benim için;
anlamak zorunda değilsin ama yaşamak zorundasın.
sevmek zorunda değilsin, ama denemek zorundasın.





Saturday, April 26, 2014

erik cümlelerimi devirdi.


ağzına atıp ısırdığın yeşil eriğin, dişlerinin arasında katırdaması gibi,
bazen insanın da içi katırdıyo.
tüm geçmiş zamanlar boyunca yanlış kaynamış eklemler, duygular ve fikirler, 
bir gün nihayet gerçek yerlerine oturuyo.
o zaman anlıyosun boynunun bunca yıl neden tutuk olduğunu, belinin neden hep ağrıdığını, sırtını neden bir türlü dikleştiremediğini.
o zaman görüyosun, yapmak istediklerini neden yapamadığını, kurmak istediğin cümlelerin neden kursağında kaldığını, duymak istediklerine neden kulaklarını tıkadığını.
o zaman hissediyosun, yanlış kaynamış kaburgalarının seni hep daha çok içine kapattığını.
o zaman farkediyosun, kendini kendinden ne kadar uzun zamandır sakladığını.
kendinden nasıl çekindiğini, kaçtığını, utandığını.

ağzına atıp ısırdığın yeşil eriğin dişlerinin arasında katırdaması gibi,
bir gün biri, tüm gücü ve olanca gürültüsüyle, avuçlarının içine alıyo herşeyini.
birer birer, yeni baştan ve büyük bir sabırla tekrar dikiyo yaranın dikişlerini.
uzun uzun okşuyo yanlış kaynamış kemikleri, midene çöreklenmiş taşları ve içine sebepsiz çökmüş kederleri.
sükunet ve iyi niyetini gezdiriyor hepsinin üzerinde, bir de saf sözlerini.
zaman geçiyo aranızdan, ve mesafeler. hayat akıyo aranızdan, ve hikayeler.
tüm gücü ve olanca gürültüsüyle, tüm yanlışlarını düzeltiyo, en diplerindeki tozları alıyo, gözlüğünün parmak izi dolu camlarını siliyo biri.

için parlıyo, gözlerin parlıyo, en dip köşelerin parlıyo;
ağzında baharın hediyesi, taptaze bir yeşil eriğin sesi.


Thursday, April 24, 2014

Day or night?
Time without time, there is no clock.
Like the waves in the ocean - i'm swimming...
Without any shadow, you are my light.

***

bunları Meryem Uzerli yazmış, biri facebook'ta paylaşmış. 
önüme düştü çat diye.on kere okudum, belki on bir.
paralel evrenlere, psişik güçlere, telepatiye, burdayken orda, ordayken burda olmalara inaniyorsak,
önümüze çıkan herşeyden bir mesaj, her cümleden bir anlam çıkarmayı beceriyorsak,
bunlara açsak, açıksak,
vardır bir sebebi.



Thursday, April 17, 2014



"you shouldn't have come here,
made of fireworks,
if you didn't want me to play with fire."

Wednesday, April 9, 2014

"ceci n'est pas une leçon"







bu şarkı burda dursun.
önce günlerce dinleyeyim, doymayıp hep duymak isteyeyim.
sokakta dinlerken kendimi tutamayıp sağa sola formidable! diye bağırayım.
sonra aylar geçsin. köprünün altından çok su, kulaklarımdan çok müzik aksın.
bir gün, belki yazın, belki sonbaharda, bu klibe gözüm takılsın. bu şarkıda o zamanlar ne bulduğumu hatırlayamayayım. neden bana bu kadar dokunduğunu, içimdeki hangi çukuru dolduruğunu hiç bilmeyeyim.

aylar geçsin.
bu şarkı herhangi bir şarkı olsun,
kalbimize aydınlık şarkılar dolsun.






Monday, April 7, 2014

çınla cismim, her nerede...

"inceciğim.
kırığım.
anla...
bu yüksekten bir düzlüğe indir beni."

Birhan Keskin


bu şiirin üzerinde Müslüm Gürses'in Artakalan'ının klibi olmalıydı, sıkıntılar oldu, koyamadım.
siz varmış gibi okuyun, çalıyormuş gibi düşünün, ağır ağır anlatıyormuş gibi dinleyin.
ben dinledikçe tortop olup yuvarlanıyorum; nereden bilmem, nereye bilmem.
insan olmak, ne zor şey. 


Thursday, April 3, 2014

insanlık namına.


bir erkekte aradığım özellikler:
fosforlu yeşil şapka,
şeffaf gözlük,
jelibon.


(foto tabi ki sartorialist'ten)

Monday, March 31, 2014

dua

iki gündür toplasan en fazla 6 saat uyumuşumdur.
hiç kendimde değilim, hiç birimiz değiliz.
uykusuzluk değil, umutsuzluk yordu beni.
beni, fazla güzel niyetleri çirkin ayaklarının altına alıp çiğneyenlerin hırsı yordu.
beni, yalanlarının üstünü küçücük çocukların tertemiz ruhuyla örtmeye çalışanları pisliği yordu.
bu coğrafya üzerinden geçenleri hep yormamış mı zaten,
hep ağlata ağlata, hep kanırta kanırta öğretmemiş mi çocuklarına ayaklarının altındakinin kıymetini?
biz de bu sert babadan nasibimizi alıyoruz belki de, yoruyor, çok üzüyor, ağlatmadan anlatamıyor.

neyi ne kadar yazsam bilemedim. gördüklerimi, hissettiklerimi ne kadar paylasabilirim bilemedim.
hepimizin yüreğinin ortasında keskin bir jilet duruyor, yüreğimiz biraz kabarsa yine kanatacak,
sizi de tekrar tekrar kanatmak istemedim.

güçlü cümleler kurmam için çok erken, alışmam, kabullenmem ve anlamam gerek.
yeniden başlamak için, biraz daha ağlamam gerek.
sonra derin bir nefes alıp herşeye bıraktığım yerden başlamam gerek.
çünkü başka yol yok.
çünkü başka yol olmamalı.

birazdan çıkıcam, Istiklal'e gidicem.
yıllardır yaptığım gibi bir ucundan bir ucuna yüricem.
yıllardır yaptığım gibi sant antonio'ya giricem, cebimde ne kadar bozuk para varsa, o kadar mum alıcam. mumları yakıcam, bir banka oturucam.
sonra da yıllardır yaptığım gibi, dua edicem.
sadece bir farkla; bu kez, kendim, sevdiklerim, geç kalmış teşekkürlerim ve hevesle beklediklerim için değil, hepimiz için dua edicem.
tekrar ayağa kalkabilmemiz, birbirimizin elinden tutabilmemiz, tekrar gülmemiz, tekrar umut edebilmemiz için dua edicem.
tam da Sezen'in şarkısındaki gibi;

ne para pul
ne iktidar ne de güç
bu değil gerçek
bu değil gerçek
bu kavga bir hayırsız düş
uyanır neslim uyanır elbet

bugün dua ettim hepimiz için
yüce tanrım bizleri affetsin

tanrı affeder.
benim duam, bir hiç uğruna kaybettiğimiz bütün canlar, o güzelim insanlar, o tertemiz çocuklar;
onlar bizi affetsin.


Monday, March 24, 2014

pray for the brave and the young

üzerinden aylar geçtiğine inanmam çok zor,
daha dün gibi. gerçekten, "dün" gibi.
istiklal savaşından madalya ile dönüp, torunlarına aynı hatıraları yüz bin kez anlatan dedeler gibi, biz de bu yaşımızda dönüp dönüp aynı parkı ve aynı parkın anılarını konuşuyoruz. bu yaptığımız kopamamak, kopmak istememek değil aslında; sadece unutmak istememek.
tekrar ettikçe unutmazsın, derler ya bir dersi en iyi birine anlatırken öğrenirsin.
ve içinde bulunduğumuz ahval ve şerait içinde, farkındayız ki, en büyük hatamız unutmak olur.
hatırlamak bazı akılların en büyük laneti, bazı durumlarınsa tek çözüm yoludur.

kendini zorla, aklını zorla, yüreğini zorla.
unutma.

devasa bir toz bulutunun içinde yuvarlanıyoruz. hiçbir şey olmuyormuş gibi davrananlarla artık konuşamıyorum. onlarla konuşmadığımın farkında değil ama çoğu, aynı bulutu hala paylaşmıyoruz çünkü. yazı yazamıyorum, aylardır her sabah, aynı saatte, aynı masanın başına geçen ben, yapamıyorum. aklım yok, aklım başka yerlerde. kitap okuyamıyorum, konsantre olamıyorum, dağılıyorum. son zamanlarımın, belki de ta Paris yıllarında başlayan dönemecimin en verimsiz, en bana benzemeyen, en bıkkın aylarını yaşıyorum. bir tek ben değilim böyle elbet, yakınımdaki kime baksam gözlerinde aynı ferin söndüğünü görüyorum.
bize bunu yaşattıkları için bile lanet okumam yetmez mi?
elbet yeter, okuyorum.

kendimi boşluğa bakarken, ve hiçbir şey düşünemezken buluyorum.
bir yandan da düşebildiğimiz kadar düşelim, yarayı açabildiğimiz kadar açalım, kanı akıtabildiğimiz kadar akıtalım istiyorum,
ki bitsin,
çünkü yeter,
çünkü biz bittik diyorum.
ama sorsan, biz kimiz bilmiyorum.
bir insanı kocaman ve bomboş bir odaya koyarsan gider bir duvar kenarına oturur, çok büyük ihtimalle odanın ortasına oturamaz diye bir önerme okumuştum yıllar önce, bir mimarlık kitabıydı sanırım, o zaman bu zaman ara ara aklıma bu cümle gelir.
biz de şu anda kocaman ve bomboş bir odanın içindeki o insanlarız. neredeyiz bilmiyoruz, ne yapmamız gerekitiğini bilmiyoruz, sadece duvarlar var, o duvarlar birbirimizin sırtı, omzu.
sadece birbirmize dayanabiliyoruz.
sırtını bana dayayan, benim de başkasının omuzlarından destek alarak tahammül edebildiğim bu boşluktaki bilmediğim bizhepimiziz.

herşeyi siktir et diyo içimden bi ses, en iyi bildiğin şey değil mi?
herkesin ödü patlarken senin en rahat yapabildiğin şey değil mi?
ama sonra başka bi ses geliyo kulağıma,

"kendini zorla, aklını zorla, yüreğini zorla.
unutma."
















Saturday, March 8, 2014

oyster no more

hiç bişeye benzemesem de bu fotoğrafı çok seviyorum. senesini hatırlamıyorum, Adamik'teki televizyon ekranına bakıp bakıp bağırdığımız gecelerden biri. alkolden ziyade mutluluk sarhoşuyuz topluca, ve muhtemelen o sıradaki tek derdim bir sonraki şarkının ne olacağı, shot'ların neden hala gelmediği, yarın yine başımın çok ağrıyacağı falan. buna mukabil, ekran da kafama taktığım kartondan yapma uyduruk doğumgünü kukuletaları gibi oturmuş kafama.
herşey oturmuş yerine.

***


hayattaki asıl özgürlük canının istediği herşeyi yapabilmek değil,
canının istediği şeyleri yaptığında başına gelecek her türlü olasılığı kabullenmek ve onlarla yaşamayı becermek.
bunu ben mi düşündüm, birisi söyledi de öyle mi yazdım aklıma bilmiyorum.
ortak bir akıl torbası var zaten inandığım, düşündüğümüz herşey hepimizin üzerinde uçuşuyor.
yeni fikirler yalan, senin yukarıda uçuşanlardan ne kadarını kendine kapabildiğin önemli olan.

yaşamayı becermek.

çoğunlukla canının istediğini yapan bir insan olarak, yaptıklarımın bedellerini muntazaman ödüyorum. düzenli ödemeyince faiz biniyo çünkü, onu da biliyorum. bundan çoğunlukla yorulup, bazen fazlaca şikayet ediyorum ama aslında gocunmuyorum.
bir keresinde birisine "hayatta sadece kendime verdiğim sözleri tutamıyorum" demiştim. halbuki şimdi bakınca, kendime verdiğim en ciddi sözleri tutmak için çok fazla şeyi reddettiğimi farkediyorum.
sanırım içten içe, içerdeki Ege'nin bana küsmesinden korkuyorum.

insanın kendine küsmesinden daha kötü ne olabilir? 

***

yağmur yağıyo bi yandan, bi yandan kulağumda i can't get started çalıyo. böyle zamanlarda aklıma hep Canterbury'deki evimizin önündeki otobüs durağı geliyo. romantiklikten ziyade iflah olmaz bir hızda nostalji akıyo damarlarımda. bu duruma birşey yapamıyorum, hayatım her ne kadar berrak olursa olsun, hatıra denen sislerin arasından bakıp illaki geçmiş zamanları, bitmiş dönemleri yadediyorum. şimdi de mesela, o otobüs durağındayım, bir cumartesi öğleden sonrası, soğuk ve yağmurlu bir ingiliz havasında, otobüs durağının buz gibi demir taburesine oturmuş, elimde şemsiyem, kulağımda damien rice kıvamında müzikler, kıçım dona dona otobüsün gelmesini bekliyorum. bir cumartesi öğleden sonrası bunu yapıyorum, çünkü kütüphaneye gitmeli, rafların arasından en kalın ve kapsamlı italyanca - ingilizce sözlüğü bulmalı ve pazartesi günkü tercüme dersi için elime verilen ingilizce yazıyı italyancaya çevirmeliyim. bu kısa hikayenin tamamından müthiş bir zevk alıyorum. soğuktan, yağmurdan otobüse binmekten, kütüphaneye gitmekten, ingilizceyi italyancaya çevirmekten, ders çalışmaktan, yazı yazmaktan, kütüphanelerin o sonsuza uzayan derin sessizliğinden.

hala. hala tüm bunların hepsinden müthiş bir zevk alıyorum.
çat kapı gidebileceğim bir kütüphanesi olmayan şehirler benim için hep yarım.
istediği kadar boğazı, ayasofyası, kapalıçarşısı olsun.
yarım.

***

bütün bu birbirinden gayet alakasız şeyleri niye yazdım hiç bilmiyorum.
anlatmak istek değil, ihtiyaç.

Wednesday, February 5, 2014

jo


bazı erkekler bazı erkeklere
büyük haksızlık yapmak için doğmuş.

Tuesday, February 4, 2014

-er


sosyal medya ayağına resmimizi, cismimizi, işimizi ortalığa koyup duruyoruz.
sonra densizler sebepleniyo tabi.
kız bütün instagram fotoğraflarımı yürütüp, kendi isminin altına dizmiş sıra sıra.
adı kendi adı, aralarda kendi resimleri, ama onunkilerden çok ben; ayağımdan çiçeğime, ellerimden -ironiye bak ki-stalker'lara yazdığım el yazısı mektuba kadar.
10 dakika sürdü, farkedip sildirmem.
olay koymakta da değil, sildirmekte de.
olay kendinden bu kadar kolay vazgeçip başkasının yerine bu kadar rahat oturabilmekte.
başkasının pis ellerinin, kendi ellerinmiş gibi nasıl kirlendiğini anlatabilmekte.
insan gerçekten hayret ediyo.
benim heryerde yazan work hard, play hard'ı da kendine motto yapmış baktım, 
yazmış sağına soluna,
iyi dedim, belki daha sıkı çalışır, çalmamayı öğrenirsin bundan sonra.

bu bloga da sarmış meğer, bikaç yazı alttaki trenli fotoğrafımı da yürütmüş arada.
o zaman bu güzide mektup da kendisine gelsin;

sen work hard, play hard,
ama ben play harder. 
e izin ver olsun o kadar.







Monday, February 3, 2014

4:03





üniversitedeyken almıştım bu albümü, sırf üzerindeki çizimi beğenip.

alıp da dinlememiştim uzun süre, kalmıştı bi köşede.

ilk merak edip dinleyişim de uzaktaki erkek arkadaşımın beni aldattığını öğrendiğim zamana denk gelmişti; ve sanırım bundan daha kötü bir denk gelme bir daha hiç olmadı hayatımda.

bir yandan nefesim, gözyaşım ve yaşama sevincim bitene kadar ağlarken, bir yandan da arkada sürekli bu şarkılar çalıyordu. dünyanın en mutlu insanını bile sakince bileklerini kesip küvetin içine uzanmaya sevk eden şarkılar.

insan acısını içine attıkça, gözyaşları göğsüne aktıkça, orada bir zırh yaratıyor belki de

sonrası için. insanın kabuğu böyle böyle sertleşiyor. ne yumuşakmışım diyorum şimdi de düşününce.

ne küçükmüşüm.

dinledim dinledim durdum. ağladım ağladım durdum. ilk şoktan sonra evdeki dolapları yerle bir edip, kendimi yatağa gömdükten, bütün arkadaşlarımın beni hayata döndürme çabalarından ustalıkla kurtulduktan ve birkaç gün sürekli kendime 'neden' gibi manasız bir soru sorduktan sonra,

bir akşam üstü göz pınarlarımın kuruduğunu farkedip de ağlayamayınca, artık durmam gerektiğine karar verdim.

sonra da baktım ve gördüm ki zaten, onun kadar ben de hıyarlık etmişim, tüm bu sefaleti kendime yapıştırıp yakıştırarak.



bunları niye anlatıyorum şimdi, gerçekten hiç bilmiyorum. konu hiç bu değildi.

dinlemek isteyip de açtım bu şarkıyı, ve muhtemelen bu şarkı başlayınca aklıma gelen ilk sahneler hep bunlar oluyor.

biraz daha bilinçaltı düşünürsek ama, o kadar sıkıntılı bir gün - veya belki dönem- geçiriyorum(z) ki topluca, içimin sıkıntıyla eşleştirdiği şarkılar bunlar.

bugün başka birşey çalmak istemiyor hayatmın fon müziği.



buraya gündemle falan ilgili şeyler yazmam, huyum değildir. bir tek Gezi zamanı gidip gelip dergileri karıştırdığımı, manasız kitaplar falan okuma isteğimi yazmıştım, ruhumun gayet net gelgitleri sonucu. şimdi de biraz öyleyim sanırım, sokaklara çıkıp bağıra bağıra küfürler etmek, yine çok ağlamak istiyorum. yine cevapsız ve manasız sorular sormak istiyorum, üst üste.

içim çok sıkılıyo.

içim sanki mengeneyle sıkılıyo.

çocukluğumuz boyunca öğretilen herşeyin yalan olduğunu öğrenmek gibi, o zaman aşılanan hisler birer birer, yıldan yıla, günden güne terkediyor bedenimi. aidiyet garip bişey, kiminde dibine kadar var, şaşıyosun, kimindi uçuşuyo varla yok arası, tuttum desen tutamıyorsun.



kimin nesisin, hangi kökün mahsülüsün,

gerekirse toprağını reddedebilir misin?

aidiyetini elinle tutup bana gösterebilir misin?



halk fikrinden ezelden beri hiç hoşlanmıyorum.

bu toprağın yetiştirdiği halka ısınamıyorum.

halka fazla bağlı olanlara da.

aidiyet garip bişey, kendini bi ülkeye, bi insana, bi fikre ait hissedebilmek,

çok garip bişey.



yok,

ben beceremiyorum.



***



yukarıda anlattığım histerinin üzerinden tam 10 sene geçmiş.

bişey diim mi, insanın büyüdüğü koca bi yalan.

oyunun tek kuralı var;

kabuğunu en çok sertleştiren kazanır.














Tuesday, January 28, 2014

mais uma vez


"neyse işte, 
hayat böyle bişey biraz da."

ortalıkta yüzyıllarca dolaşmaya, içi boşaltılmaya,
demek istediğini bi türlü diyememeye aday cümlelerin en birincisi;
"hayat sen planlar yaparken başına gelendir."
yazık ettiğimiz, arkasına fazla saklandığımız,
çok zekice örülmüş nesirlerin belki de en kısalarından.
istediklerin olmaz, dilediklerin bitmez,
planların yarıda kalır, hesapladıkların yol bitmeden tıkanır.
ve sonra sen aynanın karşısına geçip, o aynada gördüğün kişiyi çok fazla plan yaptığı, 
kendi üstüne çok fazla gittiği, aslında hiç anlaşılamadığı,
hatta biraz da kilo aldığı, kendine hiç dikkat etmediği, geçen akşam sevgilisine gereksiz yere bağırdığı, annesinin kalbini çok sık kırdığı için kızarsın.
haklısın. biraz kilo aldın. ve evet, gereksiz bir çok kızgınlığın.

boşver,
hayat böyle bişey biraz da.

mecbursun, insansın. çok büyük hatalar yapman gerekiyo, planlar yaparak çok uzun zamanlar harcaman, sonra yaptığın bütün o planları unutman, ne yapacağın hakkında en ufak bi fikrin olmadan karşına ilk çıkan denize atlaman gerekiyo. denizin tuzunun gözünü yakması, dışarıdaki hava nasıl olursa olsun suyun tenini dondurması, her derine dalışında nefesini kesmesi gerekiyo.
yanmadan, donmadan, nefesin kesilmeden şahane denizlerde yüzülmüyo.
hepimizin şahaneden anladığı da başka ya,
işte tam da bu yüzden, kimse kimsenin hayatına istediği kadar karışamıyo.

karışmasın da zaten ya,
hayat böyle bişey biraz da.

herkesin anladığı şey farklı.
herkesin atladığı deniz farklı.
bak bu fotoğrafta da deniz var. anlamışsındır, benim de ona girip yüzmüşlüğüm var.
bütün gün  güneşte yanıp, akşam canımın acısın alsın diye sırtüstü yatıp kendimi açıklarına bırakmışlığım var.
sonra orası yerle bir olunca bir heyelanla, haberleri okuyup okuyup 
hiç tanımadığım insanlar için ağlamışlığım var. 

oluyo öle şeyler,
hayat böyle bişey biraz da.

***
çocukken yaşayıp da taşındığın, yıllar boyunca hiç ziyaret etmediğin mahalleye geri dönüp de hiçbirşeyi yerinde bulamamak gibi biraz;
orada bıraktığın nefeslerin, bir heyelan heyecanıyla denizin suyuna karıştığını izlemek.

neyse işte,
hayat böyle bişey biraz da.

***

-yazarken arkada Stacey Kent - Mais uma vez çalıyordu.-



Sunday, January 26, 2014

Toska

adı şimdilik,
benim için Toska.
sizin elinize ne olarak gelecek,
onu zaman gösterecek.

Sunday, January 12, 2014

Wednesday, January 8, 2014

Bukowski



"Lighting new cigarettes, 
pouring more 
drinks.

It has been a beautiful 
fight.

Still
is.

-you get so alone at times that it just makes sense-
(foto tabi ki Andre Kertesz)