Thursday, July 26, 2012

my atoms came from those stars...





bu video'yu her izlediğimde aynı anda hem gözlerim doluyo,
hem kocaman bi gülümseme yayılıyo suratıma.
ve sıcacık bir güven, çörekleniveriyo içime.

hem aklımdan uçup gitmesin diye,
hem belki size de dokunur diye.

ilk defa birsey dokununca, iyi geliyor çünkü...

Thursday, July 19, 2012

lipstick!





sayın üst düzey yetkililer,

lütfen sadece televizyonda değil, kendi etrafımızda da görmek isteyeceğimiz insanlardan 3er 5er klonlayıp diğer ülkelere salıverin.
mesela bu çirkin ama ultra karizmatiklerden başlayabilirsiniz.
insan fazlalığı olur derseniz de,
sayıyı azaltmaya bu ultra karizmatik adamın ultra antipatik karısından başlayabilirsiniz.

saygılarımla,
ege soley

Wednesday, July 18, 2012

me, myself, more.


cumartesi sabahı 6'da uyanıp, 'ne güzel haftasonuna erkenden başladım' diye heyecanlanıp, sonra 11'de tekrar uykusu gelip akşam 6'ya kadar uyuyan s'dan daha eğlenceli bir konumuz olmuyor bazen, bir araya gelince. 

insanın uykuyla olan ilişkisi de, biraz kendisiyle olan ilişkisine benzemez mi?
ama ya da;
insanın kendisiyle her zaman gerçek bir ilişkisi olur mu ki
yoksa alınan ilk nefesle, verilen son nefesin arasındaki her an kendi kendine zorunlu bir ilişme midir, kimimizin bir türlü kabullenemediği?

kendisiyle ilişemeyen insanlar var evet. belki sen de oluyorsun ara ara öyle, eminim ben de.
cumartesi sabah 6'da seni hayat heyecanıyla kaldıran da sensin, aynı heyecanı 11'e kadar sürdürebilen de.
ve evet, seni erkenden uyandıran sana sarılırken sabahları beyaz çarşaflarda, saat 11'de, seni kimin uyuttuğunu bilmez gibisin, bıkkınlıkla ve çoğunlukla.

***
bu aralar yediyirmidört sex and the city izliyorum. 
herkesin hayatla başetme yöntemleri farklı, benimki de bu aralar oldukça Samantha, el mahkum Charlotte, hafif Carrie, az biraz Miranda. 

Oldukça Samantha evet, çünkü binlerce kez izlediğim her bölümün tamamında beni sadece Samantha anlamayı, anlatmayı ve pek tabii ağlatmayı başarıyo. her seferinde. 2 gün önce yine. bilen bilmeyene anlatsın; Samantha ve Richard. New York'un herhangi bir kulesinin roof'unda havuzda geçen gecenin sonunda, gün ağarıyo. havuzdan çıkmış bornozlu Richard, by your side'ı çalıveriyo birdenbire. dans etmeye baslıyorlar, ıslak saç, çıplak ayak, beyaz bornoz ve New York manzaralı ağaran gün  kombinasyonunda. Samantha son atımlık kurşununu kullanıp elini Richard'ın karnından aşağı indiriyo ama, Richard o eli alıp kendi omzuna koyuyo. ve birkaç saniye ne yapacağını bilemeyip afallayan Samantha sonunda pes edip başını yaslıyo onun omzuna. tam ordaki bakış işte, pes ettim bakışı. seviyorum evet bakışı. son kurşunu işe yaramamış boş bir silah, nihayet aşık bir Samantha ve arkada Sade. 

her sefer, tam bu 2,5 dakikada kendimi kaybediyorum. gözümde gözlük, elimde yarısı ısırılmış kayısı, boynumdan aşağı akmış yaşlar. bu seferkinde başımı aynaya çevirdiğimde kendimi böyle buldum. şaşırdığım buna bu kadar ağlamam değil, buna bilmem kaçinci defa bu kadar ağlamam. 

***

bence kabul edelim artık.
hepimizin, bizi sabah 6larda yaşamaya acele ettiren bir cocuk tarafı, bikac saat sonra hevesi kaçıp uyutan bezgin bir ruhu, nefs-i müdaafa için her seferinde elimizi silaha uzattıran ebedi bir korkusu, vazgeçmemek gerektiğini inatla hatırlatan bir başöğretmen disiplini ama son kurşunumuz boşa gittiğinde artık pes etmek gerektiğini hatırlatan bir yumuşak karnı ve her kim olursak olalım yaslanacak bir omuza zaman zaman hepimizin ihtiyacı olduğunu itiraf eden bir insanlığı var. 

bence kabul edelim artık. 
hayat;
korktuğumuz ama kaçmadığımız, 
yenildiğimiz ama vazgeçmediğimiz
pes ettiğimiz ama dayandığımız
kadar var.

gerisi, rüya...

***

şefin tavsiyesi fon müziği: sophie milman-back home to me


Tuesday, July 17, 2012

tanrı sen ne kadar güzelsin...


(...)
ustasın sabahları yapmada
en katı yoklukları koyarak insanın içine,
akşamüstleri biraz gaddarsın
sular ve zamanlar kararırken...

ne yapalım
bari bağışlayalım birbirimizi..."

TurgutUyar

Sunday, July 15, 2012

Friday, July 6, 2012

a prisoner of history



durup dururken aklıma geliverdi, 'gitmesek de, görmesek de, o köy bizim köyümüzdür' dedim, melodisiyle.
ne üzülürdüm çocukken o şarkıya... sıla hasreti çekermişim gibi çekerdim içimi. her seferinde burulurdu kalbim, bizim olup da gidemediğimiz yerler var mıydı ki gerçekten? olabilir miydi ki?
çocukken, benimdi, senindi, çocuklarındı halbuki heryer. sadece yeryüzüne inmeden seçmiştik, gitmek istediğimiz köyü, milyarlarca köy arasından...

yok, pek öyle değilmiş meğer. varmış meğer, gidemediğimiz yerler. gitmezsek, görmezsek, bizim olmaktan çıkan köyler, varmış meğer. çocuk şarkıları, hep gerçeği söylemiyormuş meğer..
pek, bu gerçeği bu yaşımda farkedişimde içime çöreklenen hayalkırıklığı olabilir miymiş, cocuklugumdaki iç geçiriş? aslında yeryüzüne inerken, inceden bilişimiz olabilir miymiş, her köyün bizim olamayabileceği...



"bu topraklar, kocaman bir mezarlık. mezarlıkların üzerine kurulan evlerde huzur olmaz. toprağa kulak verirsen o mağaradan gelen sesleri duyarsın. ölü çocukların sesi. belleğin seni en çok etkileyen şeyleri en derine saklar. işte onları en son unutacaksın. sanma ki bu adın olacak. bu farkında olmadan seni en çok sarsan şey olacak." *





bazen gayet normal nefes aldığımı sanarken etrafımdakilere 'ay niye iç geçirdin noldu?' dedirtmem,
bazen sadece bikaç kitaba sarılıp ortalıktan yok olmak istemem,
bazen bir noktaya kitlenip, hic farketmeden tırnaklarımı kemirmem,
bazen en saçma anlarda içimdeki patlamaya hazır su dolu balonların gücüne karşı koyamayıp ağlamaya başlamam,

bana, benim de, insan olduğumu hatırlatıyo.
kendime bunun aksini iddia edercesine yüklenirken mütemadiyen,
aslında her insanın her köyün hakimi, muhtarı, yerlisi, delisi veya çöpçüsü olamayacağını hatırlatıyo.

ve her insanın, yenilebileceğini.

beni benden daha çok yoran hiçbir şeyle karşılaşmadım henüz...
işte bu yüzden,
ağlar, bağırır, kudururum ama,
ne uzak köylere yürümekten yorulurum,
ne kendi köyümde kalır, durulurum.




*şebnem işigüzel / kirpiklerimin gölgesi