Lisedeydik, Mayıs sıkıntısı diye bir film çıkmıştı. yönetmenin adını daha önce hiç duymamıştım. önce Gökçe gidip bize anlatmıştı. anlata anlata bitirememişti ama. sonra ben gittim.
hayatımda o güne kadar varolduğunu farketmediğim kapıyı, o film açtı.
***
bir seneliğine italya'ya erasmus yapmaya gittiğimde iki senedir siyaset okumaktan içim bulanmıştı. italya'da bir sene daha kendime bunu yapamayacağımı biliyodum, şansım vardı, ne istersen oku, 8 ders al geç yeter dediler, ben sinema okumak istedim. zaten o güne kadar da ingiltere'deki okulda alabildiğim kadar avrupa sineması dersi almış, kütüphanedeki her boş vaktimde o küçük film izleme kutularına girip, kulağıma kulaklıkları takıp Lars Von Trier'den girip Fellini'den çıkmıştım. hayatımda en çok sevdiğim birkaç filmden biri olan Fahrenheit 451'le yine o kutulardan birinde tanışmış, hatta derslerimden birinin tez konusunu zorla ona evriltmiş, kitap ve filmin karşılaştırmasını yapmıştım.
italya'ya gittiğimde ise elbette düzenli kutular, çalışan kulaklıklar yoktu; tabi ki ne istiyorsam şehir kütüphanesinde arayacak ve tabi ki neyin nerede olduğundan bihaber elemanlarına anlamsız sorular soracaktım. ders listesi elime geçtiğinde onlarca ders arasında nasıl seçim yapacağımı bilemeyip kolaya kaçtım, okuldaki en iyi hocaları buldum. daha önce anlattığım okulun en meşhur ikinci hocası olan (ilki elbet Umberto Eco'ydu ve neyse ki bir dersine girip hiçbir şey anlamama onuruna da eriştim) Marra'dan fotoğraf tarihi, bir de adını hatırlayamadığım saçı sakalı birbirine karışmış bir hocadan film restorasyonu derslerini seçtim. sonra da tamamen içimden gelenleri; italyan sinema tarihi, tarkovsky vs. Angelopoulos gibi birşeyler, yeni dalga yönetmenleri ve karşılatırmalı avrupa sineması. resmen kendimi kaybettim bir sene boyunca. bu adamların hepsi rüyalarıma girer olmuştu. ilk dakikadan Truffaut'ya aşık oldum, Tornatore'ye her filminden sonra sarılmak istedim, Almodovar'a ve sinir krizi eşiğindeki kadınlarına bir türlü ısınamadım ve her Bergman filminden çıktığımda birşeyler ters gidiyor hissinden uzun süre kurtulamadım. Through a Glass Darkly'i izlediğim gün dersten çıkıp koşarak eve gidip uzun uzun duş aldığımı hatırlıyorum. Angelopoulos'un uzun sekanslarını bana Ulis'in bakışı sevdirdi ve öldüğü gün aklıma gelen ilk şey Tuna nehrinden bir uçtan bir uca gemiyle taşınan Lenin heykeliydi. okul bitti, dersler bitti, sınav zamanı geldi; ben Cinema Paradiso'daki küçük Salvatore'nın heyecanıyla izlediğim için tüm filmleri -ve elbet çalışmaktan başka hiçbir şey yapmadığım için- nerdeyse bütün sınavlardan 30 üzerinden 30'la geçtim. o kadar filmden ne hatırlıyorsun dersen, anlatamam bile. hep kalıntılar; his, heyecan, mutluluk, acı kalıntıları. ama sinemanın benim için en kıymetli yanı bu sanırım; bir tek damlanın denizin tüm özelliklerini taşıyor olması gibi, akılda kalan tek sahnenin, anın, sözün bile tüm filmin heyecanını insanın içine nazikçe oturtabiliyor olması.
tüm bunları neden yazdım? lafı neden bu kadar uzattım? dün Kış Uykusu'nu nihayet seyrettiğim için.
filmden çıktım, önce biraz hiçbir şey yapamadım. sonra bir anda tüm bu yukarıda anlattıklarımı hatırladım, o hislerimi, o zamanki heyecanlarımı. kocaman bir Tarkovsy izlemiş, Karamazov kardeşleri bitirmiş gibi bir sükunet çöktü üstüme. dev gibi bir tabloya uzun uzun bakmış, bir ucuna bakarken diğer köşesini unutmuş, biraz uzaklaşıp tekrar incelemiş, sonra daha çok yaklaıp fırça darbelerini farketmiş gibi hissettim kendimi. sonra yavaş yavaş keşke diğer filmlerde olduğu gibi sekanslar biraz daha uzun olsaydı, manzaralara biraz daha bakabilseydik diye söylendim, Nejat İşler'i yerine oturtamadım, Demet Akbağ'ın botokslarından çok yoruldum. İmam Serhat Kılıç'a hayran oldum, atı ve tavşanı uzun uzun düşündüm. koltuğa kilitlendiğim sahne ise, malesef görselini bulamadığım, ağacın tepesinde kuşların sahnesiydi. ne kadar yalın, ne kadar güzeldi. hala durup durup gözümün önüne geliyor o sahne. böyle bir filmi yazıldığı dilde izleyebilmenin şans olduğunu düşündüm ve yapay aydınlığının kibirini yerlere seren Aydın'ın "köyden buraya kadar yürüyerek mi geldiniz?" diye sorarkenki şaşkınlığını. ve çocuğun bayılmasını. ve polis olmak istemesini. ve o sabah ışığında o atın gri boşluğa doğru koşuşunu. ve kapıdan soğuk geliyor deyip yer vermeyen adamı. ve Haluk Bilginer'in arkasında oturan kardeşine " sen orda oturdukça birileri nasırlı elleriyle sırtıma dokunuyor gibi hissediyorum" deyişini. ve imamın ayağındaki kadın terliklerini. ve Nihal'in ne yardan ne serden çaresizliğini. ve çalan Schubert'i. kötülüğe karşı koymamayı tartışan insanları ve karşılarında yaptıkları kötülüğe karşı koy(a)mayıp teslim olan atı. ve sonra, o atı yine özgürlüğüne salan adamı.
daha günlerce düşünürüm gibi. daha günlerce gözümün önünden o turunculuk ve o grilik gitmez gibi.
peki ama,
kötülüğe karşı koymadığımızda, kötülük yapan yaptığının farkına varıp utanır, vazgeçer mi?
hayatımda o güne kadar varolduğunu farketmediğim kapıyı, o film açtı.
***
bir seneliğine italya'ya erasmus yapmaya gittiğimde iki senedir siyaset okumaktan içim bulanmıştı. italya'da bir sene daha kendime bunu yapamayacağımı biliyodum, şansım vardı, ne istersen oku, 8 ders al geç yeter dediler, ben sinema okumak istedim. zaten o güne kadar da ingiltere'deki okulda alabildiğim kadar avrupa sineması dersi almış, kütüphanedeki her boş vaktimde o küçük film izleme kutularına girip, kulağıma kulaklıkları takıp Lars Von Trier'den girip Fellini'den çıkmıştım. hayatımda en çok sevdiğim birkaç filmden biri olan Fahrenheit 451'le yine o kutulardan birinde tanışmış, hatta derslerimden birinin tez konusunu zorla ona evriltmiş, kitap ve filmin karşılaştırmasını yapmıştım.
italya'ya gittiğimde ise elbette düzenli kutular, çalışan kulaklıklar yoktu; tabi ki ne istiyorsam şehir kütüphanesinde arayacak ve tabi ki neyin nerede olduğundan bihaber elemanlarına anlamsız sorular soracaktım. ders listesi elime geçtiğinde onlarca ders arasında nasıl seçim yapacağımı bilemeyip kolaya kaçtım, okuldaki en iyi hocaları buldum. daha önce anlattığım okulun en meşhur ikinci hocası olan (ilki elbet Umberto Eco'ydu ve neyse ki bir dersine girip hiçbir şey anlamama onuruna da eriştim) Marra'dan fotoğraf tarihi, bir de adını hatırlayamadığım saçı sakalı birbirine karışmış bir hocadan film restorasyonu derslerini seçtim. sonra da tamamen içimden gelenleri; italyan sinema tarihi, tarkovsky vs. Angelopoulos gibi birşeyler, yeni dalga yönetmenleri ve karşılatırmalı avrupa sineması. resmen kendimi kaybettim bir sene boyunca. bu adamların hepsi rüyalarıma girer olmuştu. ilk dakikadan Truffaut'ya aşık oldum, Tornatore'ye her filminden sonra sarılmak istedim, Almodovar'a ve sinir krizi eşiğindeki kadınlarına bir türlü ısınamadım ve her Bergman filminden çıktığımda birşeyler ters gidiyor hissinden uzun süre kurtulamadım. Through a Glass Darkly'i izlediğim gün dersten çıkıp koşarak eve gidip uzun uzun duş aldığımı hatırlıyorum. Angelopoulos'un uzun sekanslarını bana Ulis'in bakışı sevdirdi ve öldüğü gün aklıma gelen ilk şey Tuna nehrinden bir uçtan bir uca gemiyle taşınan Lenin heykeliydi. okul bitti, dersler bitti, sınav zamanı geldi; ben Cinema Paradiso'daki küçük Salvatore'nın heyecanıyla izlediğim için tüm filmleri -ve elbet çalışmaktan başka hiçbir şey yapmadığım için- nerdeyse bütün sınavlardan 30 üzerinden 30'la geçtim. o kadar filmden ne hatırlıyorsun dersen, anlatamam bile. hep kalıntılar; his, heyecan, mutluluk, acı kalıntıları. ama sinemanın benim için en kıymetli yanı bu sanırım; bir tek damlanın denizin tüm özelliklerini taşıyor olması gibi, akılda kalan tek sahnenin, anın, sözün bile tüm filmin heyecanını insanın içine nazikçe oturtabiliyor olması.
tüm bunları neden yazdım? lafı neden bu kadar uzattım? dün Kış Uykusu'nu nihayet seyrettiğim için.
filmden çıktım, önce biraz hiçbir şey yapamadım. sonra bir anda tüm bu yukarıda anlattıklarımı hatırladım, o hislerimi, o zamanki heyecanlarımı. kocaman bir Tarkovsy izlemiş, Karamazov kardeşleri bitirmiş gibi bir sükunet çöktü üstüme. dev gibi bir tabloya uzun uzun bakmış, bir ucuna bakarken diğer köşesini unutmuş, biraz uzaklaşıp tekrar incelemiş, sonra daha çok yaklaıp fırça darbelerini farketmiş gibi hissettim kendimi. sonra yavaş yavaş keşke diğer filmlerde olduğu gibi sekanslar biraz daha uzun olsaydı, manzaralara biraz daha bakabilseydik diye söylendim, Nejat İşler'i yerine oturtamadım, Demet Akbağ'ın botokslarından çok yoruldum. İmam Serhat Kılıç'a hayran oldum, atı ve tavşanı uzun uzun düşündüm. koltuğa kilitlendiğim sahne ise, malesef görselini bulamadığım, ağacın tepesinde kuşların sahnesiydi. ne kadar yalın, ne kadar güzeldi. hala durup durup gözümün önüne geliyor o sahne. böyle bir filmi yazıldığı dilde izleyebilmenin şans olduğunu düşündüm ve yapay aydınlığının kibirini yerlere seren Aydın'ın "köyden buraya kadar yürüyerek mi geldiniz?" diye sorarkenki şaşkınlığını. ve çocuğun bayılmasını. ve polis olmak istemesini. ve o sabah ışığında o atın gri boşluğa doğru koşuşunu. ve kapıdan soğuk geliyor deyip yer vermeyen adamı. ve Haluk Bilginer'in arkasında oturan kardeşine " sen orda oturdukça birileri nasırlı elleriyle sırtıma dokunuyor gibi hissediyorum" deyişini. ve imamın ayağındaki kadın terliklerini. ve Nihal'in ne yardan ne serden çaresizliğini. ve çalan Schubert'i. kötülüğe karşı koymamayı tartışan insanları ve karşılarında yaptıkları kötülüğe karşı koy(a)mayıp teslim olan atı. ve sonra, o atı yine özgürlüğüne salan adamı.
daha günlerce düşünürüm gibi. daha günlerce gözümün önünden o turunculuk ve o grilik gitmez gibi.
peki ama,
kötülüğe karşı koymadığımızda, kötülük yapan yaptığının farkına varıp utanır, vazgeçer mi?
No comments:
Post a Comment