"Beynin ilkel kısmında kodlanmış olan kendini koruma içgüdüsü ile ruhtaki gelişme emri arasındaki dengesini yitirdiğinde, kişi, yerinde çakılır-kalır ve bir süre sonra bedeni de buna uygun tepkiler göstermeye başlar. Kendimizi koruma yanımız, hep bir güvenlik arayışı peşindedir ve bu nedenle gereken her şeyi yapması için, beynimizi ve bedenimizi zorlar. Ruhtaki gelişme arzusu ise, mutluluk ve haz peşindedir, sadece güven içinde olmak ona yetmez ve sonunda mutlaka bu kısmımız, diğerini alt eder."
yani özetle: ya güvenli kucaklar, ya tehlikeli oyuncaklar.
universitenin ikinci senesi olmalı, dusununce oralara karar kılıyo aklım.
okulun neresi oldugunu hatırlamadıgım bir binasında, kimin oldugunu hatırlamadıgım bir odasında, niye orada oldugumu hatırlamadıgım bir sebepten dolayı, bir sandalyede oturuyorum. sanki birilerinin birseyleri yapmasını bekliyorum, bir imza, bir belge, bir dosya. kulagımda müzik, müzik de, universite hayatımın buyuk askı, ingilterenin o zamanki pop idol'ı Will Young. yeni sarkısı cıkmıs, heryerde aynı sarkı, benim discman'imde dahil. hayır, o zaman henuz ipod yok.
hep aynı sarkı repeat'te, dönüp duruyo, doymuyorum, doyamıyorum sarkıyı sevmelere.
sora, kimbilir kaçıncı turda, gözlerim dolmaya baslıyo. dinledikce, daha cok doluyo, ben inatla çıkarmıyorum kulaklıkları kulagımdan. farkediyorum ki, basbayağı ağlıyorum. burnunu çeke çeke, gözler dolmuş, taşmış bile artık. tekrar başa alıyorum, ağlamak istiyosan, ağlamalısın, yanağa değil, içine akınca fena asıl.
orda ne kadar oturdum hatırlamıyorum. ne kadar ağladım hatırlamıyorum. ama cok oturduğumu ve çok ağladığımı hatırlıyorum. beni ağlatanları da. hatta beni ağlatanları benim aklıma bi anda düşürüp o hallere sokan satırı da..
" i couldn't bear to loose you again..."
bi anda tütü geliyo yanıma, şaşkınlık içinde, bakakalıyo halime, sebebi de biliyo ya, soramıyo hiçbisey.
sarılıyo, sarılıyorum, ağlıyorum. ben işte tam o zamanlar, Will'in bu klipteki düşüp kalkmalarını, yerlerde yuvarlanmalarını, kendini paralamalarını çok iyi biliyorum. tam o zamanlar, çok çok iyi biliyorum. ah ah diyo bana sadece, sadece onu hatırlıyorum. koluma giriyo, kaldırıyo beni yerimden, cıkıyoruz.
bende duran hayat, dışarıda tüm hızıyla akmaya devam ediyo...
Ne kadarını görebildiysen, ne kadarını işitebildiysen,ne kadarını düşünüp, ne kadarını toparlayıp geriye bırakacaklarım işte bunlar diyebildiysen, ne kadarını bir ümit kaynağı olarak görebildiysen, ne kadarına kavuştum, işte bunlar beni ben yapan,beni başkalarından ayıran diyebildiysen, ne kadarına dilin yettiyse, ne kadar nimete kavuştuysan, ne kadarını kurtarıp gurur duyabildiysen, ne kadarına el uzatabildiysen, ne kadar hoş sada çıkarabildiysen, ne kadarından gururla vazgeçebildiysen, ne kadar çığlık saklayabildiysen, ne kadar adalet hak edebildiysen,
hepsinden vazgeçip,unutulmayı göze alıp o toprağın altına kusursuz bir kurban gibi gidebilecek misin?
O dile getirilemeyen gerçeğin bir adım gerisinde, o sıradan allahaısmarladığı kabullenen kusursuz bir insan olabilecek misin?
hayatta bazen aslinda, herşey tek, belirli bir anin öncesi ve sonrasi.
önemli olan, hayat olan, o tek an.
boğaz kenarinda taşa oturup ayaklarini denize sallandirmak,
sant'antonio'da dua edip mum yakmak, saatleri ayarlama enstitüsü'nü alirken yaninda kürk mantolu madonna'yi bulmak, sade poğaçanın tam istedigin gibisini en aç sabahında yakalamak.