cumartesi sabahı 6'da uyanıp, 'ne güzel haftasonuna erkenden başladım' diye heyecanlanıp, sonra 11'de tekrar uykusu gelip akşam 6'ya kadar uyuyan s'dan daha eğlenceli bir konumuz olmuyor bazen, bir araya gelince.
insanın uykuyla olan ilişkisi de, biraz kendisiyle olan ilişkisine benzemez mi?
ama ya da;
insanın kendisiyle her zaman gerçek bir ilişkisi olur mu ki,
yoksa alınan ilk nefesle, verilen son nefesin arasındaki her an kendi kendine zorunlu bir ilişme midir, kimimizin bir türlü kabullenemediği?
kendisiyle ilişemeyen insanlar var evet. belki sen de oluyorsun ara ara öyle, eminim ben de.
cumartesi sabah 6'da seni hayat heyecanıyla kaldıran da sensin, aynı heyecanı 11'e kadar sürdürebilen de.
ve evet, seni erkenden uyandıran sana sarılırken sabahları beyaz çarşaflarda, saat 11'de, seni kimin uyuttuğunu bilmez gibisin, bıkkınlıkla ve çoğunlukla.
***
bu aralar yediyirmidört sex and the city izliyorum.
herkesin hayatla başetme yöntemleri farklı, benimki de bu aralar oldukça Samantha, el mahkum Charlotte, hafif Carrie, az biraz Miranda.
Oldukça Samantha evet, çünkü binlerce kez izlediğim her bölümün tamamında beni sadece Samantha anlamayı, anlatmayı ve pek tabii ağlatmayı başarıyo. her seferinde. 2 gün önce yine. bilen bilmeyene anlatsın; Samantha ve Richard. New York'un herhangi bir kulesinin roof'unda havuzda geçen gecenin sonunda, gün ağarıyo. havuzdan çıkmış bornozlu Richard, by your side'ı çalıveriyo birdenbire. dans etmeye baslıyorlar, ıslak saç, çıplak ayak, beyaz bornoz ve New York manzaralı ağaran gün kombinasyonunda. Samantha son atımlık kurşununu kullanıp elini Richard'ın karnından aşağı indiriyo ama, Richard o eli alıp kendi omzuna koyuyo. ve birkaç saniye ne yapacağını bilemeyip afallayan Samantha sonunda pes edip başını yaslıyo onun omzuna. tam ordaki bakış işte, pes ettim bakışı. seviyorum evet bakışı. son kurşunu işe yaramamış boş bir silah, nihayet aşık bir Samantha ve arkada Sade.
her sefer, tam bu 2,5 dakikada kendimi kaybediyorum. gözümde gözlük, elimde yarısı ısırılmış kayısı, boynumdan aşağı akmış yaşlar. bu seferkinde başımı aynaya çevirdiğimde kendimi böyle buldum. şaşırdığım buna bu kadar ağlamam değil, buna bilmem kaçinci defa bu kadar ağlamam.
***
bence kabul edelim artık.
hepimizin, bizi sabah 6larda yaşamaya acele ettiren bir cocuk tarafı, bikac saat sonra hevesi kaçıp uyutan bezgin bir ruhu, nefs-i müdaafa için her seferinde elimizi silaha uzattıran ebedi bir korkusu, vazgeçmemek gerektiğini inatla hatırlatan bir başöğretmen disiplini ama son kurşunumuz boşa gittiğinde artık pes etmek gerektiğini hatırlatan bir yumuşak karnı ve her kim olursak olalım yaslanacak bir omuza zaman zaman hepimizin ihtiyacı olduğunu itiraf eden bir insanlığı var.
bence kabul edelim artık.
hayat;
korktuğumuz ama kaçmadığımız,
yenildiğimiz ama vazgeçmediğimiz,
pes ettiğimiz ama dayandığımız
kadar var.
gerisi, rüya...
gerisi, rüya...
***
şefin tavsiyesi fon müziği: sophie milman-back home to me
No comments:
Post a Comment