üniversitedeyken almıştım bu albümü, sırf üzerindeki çizimi beğenip.
alıp da dinlememiştim uzun süre, kalmıştı bi köşede.
ilk merak edip dinleyişim de uzaktaki erkek arkadaşımın beni aldattığını öğrendiğim zamana denk gelmişti; ve sanırım bundan daha kötü bir denk gelme bir daha hiç olmadı hayatımda.
bir yandan nefesim, gözyaşım ve yaşama sevincim bitene kadar ağlarken, bir yandan da arkada sürekli bu şarkılar çalıyordu. dünyanın en mutlu insanını bile sakince bileklerini kesip küvetin içine uzanmaya sevk eden şarkılar.
insan acısını içine attıkça, gözyaşları göğsüne aktıkça, orada bir zırh yaratıyor belki de
sonrası için. insanın kabuğu böyle böyle sertleşiyor. ne yumuşakmışım diyorum şimdi de düşününce.
ne küçükmüşüm.
dinledim dinledim durdum. ağladım ağladım durdum. ilk şoktan sonra evdeki dolapları yerle bir edip, kendimi yatağa gömdükten, bütün arkadaşlarımın beni hayata döndürme çabalarından ustalıkla kurtulduktan ve birkaç gün sürekli kendime 'neden' gibi manasız bir soru sorduktan sonra,
bir akşam üstü göz pınarlarımın kuruduğunu farkedip de ağlayamayınca, artık durmam gerektiğine karar verdim.
sonra da baktım ve gördüm ki zaten, onun kadar ben de hıyarlık etmişim, tüm bu sefaleti kendime yapıştırıp yakıştırarak.
bunları niye anlatıyorum şimdi, gerçekten hiç bilmiyorum. konu hiç bu değildi.
dinlemek isteyip de açtım bu şarkıyı, ve muhtemelen bu şarkı başlayınca aklıma gelen ilk sahneler hep bunlar oluyor.
biraz daha bilinçaltı düşünürsek ama, o kadar sıkıntılı bir gün - veya belki dönem- geçiriyorum(z) ki topluca, içimin sıkıntıyla eşleştirdiği şarkılar bunlar.
bugün başka birşey çalmak istemiyor hayatmın fon müziği.
buraya gündemle falan ilgili şeyler yazmam, huyum değildir. bir tek Gezi zamanı gidip gelip dergileri karıştırdığımı, manasız kitaplar falan okuma isteğimi yazmıştım, ruhumun gayet net gelgitleri sonucu. şimdi de biraz öyleyim sanırım, sokaklara çıkıp bağıra bağıra küfürler etmek, yine çok ağlamak istiyorum. yine cevapsız ve manasız sorular sormak istiyorum, üst üste.
içim çok sıkılıyo.
içim sanki mengeneyle sıkılıyo.
çocukluğumuz boyunca öğretilen herşeyin yalan olduğunu öğrenmek gibi, o zaman aşılanan hisler birer birer, yıldan yıla, günden güne terkediyor bedenimi. aidiyet garip bişey, kiminde dibine kadar var, şaşıyosun, kimindi uçuşuyo varla yok arası, tuttum desen tutamıyorsun.
kimin nesisin, hangi kökün mahsülüsün,
gerekirse toprağını reddedebilir misin?
aidiyetini elinle tutup bana gösterebilir misin?
halk fikrinden ezelden beri hiç hoşlanmıyorum.
bu toprağın yetiştirdiği halka ısınamıyorum.
halka fazla bağlı olanlara da.
aidiyet garip bişey, kendini bi ülkeye, bi insana, bi fikre ait hissedebilmek,
çok garip bişey.
yok,
ben beceremiyorum.
***
yukarıda anlattığım histerinin üzerinden tam 10 sene geçmiş.
bişey diim mi, insanın büyüdüğü koca bi yalan.
oyunun tek kuralı var;
kabuğunu en çok sertleştiren kazanır.
1 comment:
Kabuk sertleşince içine ışık girmez oluyor. Işık olmayan yerde, yaşanmıyor. Zamanın en başındaki yumuşak, korunaksız halini özlüyor insan. Koşup koşup kocaman alevlerin ortasına atlıyor, nefesini tutmadan buz gibi suların içine dalıyor. Kafa üstü bilmem kaçıncı kattan yere çakılıyor. Yeniden canı yansın istiyor. Yeniden canı yanmıyor.
Kabuk, midyede durduğu gibi durmuyor.
Post a Comment