Monday, March 31, 2014

dua

iki gündür toplasan en fazla 6 saat uyumuşumdur.
hiç kendimde değilim, hiç birimiz değiliz.
uykusuzluk değil, umutsuzluk yordu beni.
beni, fazla güzel niyetleri çirkin ayaklarının altına alıp çiğneyenlerin hırsı yordu.
beni, yalanlarının üstünü küçücük çocukların tertemiz ruhuyla örtmeye çalışanları pisliği yordu.
bu coğrafya üzerinden geçenleri hep yormamış mı zaten,
hep ağlata ağlata, hep kanırta kanırta öğretmemiş mi çocuklarına ayaklarının altındakinin kıymetini?
biz de bu sert babadan nasibimizi alıyoruz belki de, yoruyor, çok üzüyor, ağlatmadan anlatamıyor.

neyi ne kadar yazsam bilemedim. gördüklerimi, hissettiklerimi ne kadar paylasabilirim bilemedim.
hepimizin yüreğinin ortasında keskin bir jilet duruyor, yüreğimiz biraz kabarsa yine kanatacak,
sizi de tekrar tekrar kanatmak istemedim.

güçlü cümleler kurmam için çok erken, alışmam, kabullenmem ve anlamam gerek.
yeniden başlamak için, biraz daha ağlamam gerek.
sonra derin bir nefes alıp herşeye bıraktığım yerden başlamam gerek.
çünkü başka yol yok.
çünkü başka yol olmamalı.

birazdan çıkıcam, Istiklal'e gidicem.
yıllardır yaptığım gibi bir ucundan bir ucuna yüricem.
yıllardır yaptığım gibi sant antonio'ya giricem, cebimde ne kadar bozuk para varsa, o kadar mum alıcam. mumları yakıcam, bir banka oturucam.
sonra da yıllardır yaptığım gibi, dua edicem.
sadece bir farkla; bu kez, kendim, sevdiklerim, geç kalmış teşekkürlerim ve hevesle beklediklerim için değil, hepimiz için dua edicem.
tekrar ayağa kalkabilmemiz, birbirimizin elinden tutabilmemiz, tekrar gülmemiz, tekrar umut edebilmemiz için dua edicem.
tam da Sezen'in şarkısındaki gibi;

ne para pul
ne iktidar ne de güç
bu değil gerçek
bu değil gerçek
bu kavga bir hayırsız düş
uyanır neslim uyanır elbet

bugün dua ettim hepimiz için
yüce tanrım bizleri affetsin

tanrı affeder.
benim duam, bir hiç uğruna kaybettiğimiz bütün canlar, o güzelim insanlar, o tertemiz çocuklar;
onlar bizi affetsin.


Monday, March 24, 2014

pray for the brave and the young

üzerinden aylar geçtiğine inanmam çok zor,
daha dün gibi. gerçekten, "dün" gibi.
istiklal savaşından madalya ile dönüp, torunlarına aynı hatıraları yüz bin kez anlatan dedeler gibi, biz de bu yaşımızda dönüp dönüp aynı parkı ve aynı parkın anılarını konuşuyoruz. bu yaptığımız kopamamak, kopmak istememek değil aslında; sadece unutmak istememek.
tekrar ettikçe unutmazsın, derler ya bir dersi en iyi birine anlatırken öğrenirsin.
ve içinde bulunduğumuz ahval ve şerait içinde, farkındayız ki, en büyük hatamız unutmak olur.
hatırlamak bazı akılların en büyük laneti, bazı durumlarınsa tek çözüm yoludur.

kendini zorla, aklını zorla, yüreğini zorla.
unutma.

devasa bir toz bulutunun içinde yuvarlanıyoruz. hiçbir şey olmuyormuş gibi davrananlarla artık konuşamıyorum. onlarla konuşmadığımın farkında değil ama çoğu, aynı bulutu hala paylaşmıyoruz çünkü. yazı yazamıyorum, aylardır her sabah, aynı saatte, aynı masanın başına geçen ben, yapamıyorum. aklım yok, aklım başka yerlerde. kitap okuyamıyorum, konsantre olamıyorum, dağılıyorum. son zamanlarımın, belki de ta Paris yıllarında başlayan dönemecimin en verimsiz, en bana benzemeyen, en bıkkın aylarını yaşıyorum. bir tek ben değilim böyle elbet, yakınımdaki kime baksam gözlerinde aynı ferin söndüğünü görüyorum.
bize bunu yaşattıkları için bile lanet okumam yetmez mi?
elbet yeter, okuyorum.

kendimi boşluğa bakarken, ve hiçbir şey düşünemezken buluyorum.
bir yandan da düşebildiğimiz kadar düşelim, yarayı açabildiğimiz kadar açalım, kanı akıtabildiğimiz kadar akıtalım istiyorum,
ki bitsin,
çünkü yeter,
çünkü biz bittik diyorum.
ama sorsan, biz kimiz bilmiyorum.
bir insanı kocaman ve bomboş bir odaya koyarsan gider bir duvar kenarına oturur, çok büyük ihtimalle odanın ortasına oturamaz diye bir önerme okumuştum yıllar önce, bir mimarlık kitabıydı sanırım, o zaman bu zaman ara ara aklıma bu cümle gelir.
biz de şu anda kocaman ve bomboş bir odanın içindeki o insanlarız. neredeyiz bilmiyoruz, ne yapmamız gerekitiğini bilmiyoruz, sadece duvarlar var, o duvarlar birbirimizin sırtı, omzu.
sadece birbirmize dayanabiliyoruz.
sırtını bana dayayan, benim de başkasının omuzlarından destek alarak tahammül edebildiğim bu boşluktaki bilmediğim bizhepimiziz.

herşeyi siktir et diyo içimden bi ses, en iyi bildiğin şey değil mi?
herkesin ödü patlarken senin en rahat yapabildiğin şey değil mi?
ama sonra başka bi ses geliyo kulağıma,

"kendini zorla, aklını zorla, yüreğini zorla.
unutma."
















Saturday, March 8, 2014

oyster no more

hiç bişeye benzemesem de bu fotoğrafı çok seviyorum. senesini hatırlamıyorum, Adamik'teki televizyon ekranına bakıp bakıp bağırdığımız gecelerden biri. alkolden ziyade mutluluk sarhoşuyuz topluca, ve muhtemelen o sıradaki tek derdim bir sonraki şarkının ne olacağı, shot'ların neden hala gelmediği, yarın yine başımın çok ağrıyacağı falan. buna mukabil, ekran da kafama taktığım kartondan yapma uyduruk doğumgünü kukuletaları gibi oturmuş kafama.
herşey oturmuş yerine.

***


hayattaki asıl özgürlük canının istediği herşeyi yapabilmek değil,
canının istediği şeyleri yaptığında başına gelecek her türlü olasılığı kabullenmek ve onlarla yaşamayı becermek.
bunu ben mi düşündüm, birisi söyledi de öyle mi yazdım aklıma bilmiyorum.
ortak bir akıl torbası var zaten inandığım, düşündüğümüz herşey hepimizin üzerinde uçuşuyor.
yeni fikirler yalan, senin yukarıda uçuşanlardan ne kadarını kendine kapabildiğin önemli olan.

yaşamayı becermek.

çoğunlukla canının istediğini yapan bir insan olarak, yaptıklarımın bedellerini muntazaman ödüyorum. düzenli ödemeyince faiz biniyo çünkü, onu da biliyorum. bundan çoğunlukla yorulup, bazen fazlaca şikayet ediyorum ama aslında gocunmuyorum.
bir keresinde birisine "hayatta sadece kendime verdiğim sözleri tutamıyorum" demiştim. halbuki şimdi bakınca, kendime verdiğim en ciddi sözleri tutmak için çok fazla şeyi reddettiğimi farkediyorum.
sanırım içten içe, içerdeki Ege'nin bana küsmesinden korkuyorum.

insanın kendine küsmesinden daha kötü ne olabilir? 

***

yağmur yağıyo bi yandan, bi yandan kulağumda i can't get started çalıyo. böyle zamanlarda aklıma hep Canterbury'deki evimizin önündeki otobüs durağı geliyo. romantiklikten ziyade iflah olmaz bir hızda nostalji akıyo damarlarımda. bu duruma birşey yapamıyorum, hayatım her ne kadar berrak olursa olsun, hatıra denen sislerin arasından bakıp illaki geçmiş zamanları, bitmiş dönemleri yadediyorum. şimdi de mesela, o otobüs durağındayım, bir cumartesi öğleden sonrası, soğuk ve yağmurlu bir ingiliz havasında, otobüs durağının buz gibi demir taburesine oturmuş, elimde şemsiyem, kulağımda damien rice kıvamında müzikler, kıçım dona dona otobüsün gelmesini bekliyorum. bir cumartesi öğleden sonrası bunu yapıyorum, çünkü kütüphaneye gitmeli, rafların arasından en kalın ve kapsamlı italyanca - ingilizce sözlüğü bulmalı ve pazartesi günkü tercüme dersi için elime verilen ingilizce yazıyı italyancaya çevirmeliyim. bu kısa hikayenin tamamından müthiş bir zevk alıyorum. soğuktan, yağmurdan otobüse binmekten, kütüphaneye gitmekten, ingilizceyi italyancaya çevirmekten, ders çalışmaktan, yazı yazmaktan, kütüphanelerin o sonsuza uzayan derin sessizliğinden.

hala. hala tüm bunların hepsinden müthiş bir zevk alıyorum.
çat kapı gidebileceğim bir kütüphanesi olmayan şehirler benim için hep yarım.
istediği kadar boğazı, ayasofyası, kapalıçarşısı olsun.
yarım.

***

bütün bu birbirinden gayet alakasız şeyleri niye yazdım hiç bilmiyorum.
anlatmak istek değil, ihtiyaç.