hiç bişeye benzemesem de bu fotoğrafı çok seviyorum. senesini hatırlamıyorum, Adamik'teki televizyon ekranına bakıp bakıp bağırdığımız gecelerden biri. alkolden ziyade mutluluk sarhoşuyuz topluca, ve muhtemelen o sıradaki tek derdim bir sonraki şarkının ne olacağı, shot'ların neden hala gelmediği, yarın yine başımın çok ağrıyacağı falan. buna mukabil, ekran da kafama taktığım kartondan yapma uyduruk doğumgünü kukuletaları gibi oturmuş kafama.
herşey oturmuş yerine.
***
hayattaki asıl özgürlük canının istediği herşeyi yapabilmek değil,
canının istediği şeyleri yaptığında başına gelecek her türlü olasılığı kabullenmek ve onlarla yaşamayı becermek.
bunu ben mi düşündüm, birisi söyledi de öyle mi yazdım aklıma bilmiyorum.
ortak bir akıl torbası var zaten inandığım, düşündüğümüz herşey hepimizin üzerinde uçuşuyor.
yeni fikirler yalan, senin yukarıda uçuşanlardan ne kadarını kendine kapabildiğin önemli olan.
yaşamayı becermek.
çoğunlukla canının istediğini yapan bir insan olarak, yaptıklarımın bedellerini muntazaman ödüyorum. düzenli ödemeyince faiz biniyo çünkü, onu da biliyorum. bundan çoğunlukla yorulup, bazen fazlaca şikayet ediyorum ama aslında gocunmuyorum.
bir keresinde birisine "hayatta sadece kendime verdiğim sözleri tutamıyorum" demiştim. halbuki şimdi bakınca, kendime verdiğim en ciddi sözleri tutmak için çok fazla şeyi reddettiğimi farkediyorum.
sanırım içten içe, içerdeki Ege'nin bana küsmesinden korkuyorum.
insanın kendine küsmesinden daha kötü ne olabilir?
***
yağmur yağıyo bi yandan, bi yandan kulağumda i can't get started çalıyo. böyle zamanlarda aklıma hep Canterbury'deki evimizin önündeki otobüs durağı geliyo. romantiklikten ziyade iflah olmaz bir hızda nostalji akıyo damarlarımda. bu duruma birşey yapamıyorum, hayatım her ne kadar berrak olursa olsun, hatıra denen sislerin arasından bakıp illaki geçmiş zamanları, bitmiş dönemleri yadediyorum. şimdi de mesela, o otobüs durağındayım, bir cumartesi öğleden sonrası, soğuk ve yağmurlu bir ingiliz havasında, otobüs durağının buz gibi demir taburesine oturmuş, elimde şemsiyem, kulağımda damien rice kıvamında müzikler, kıçım dona dona otobüsün gelmesini bekliyorum. bir cumartesi öğleden sonrası bunu yapıyorum, çünkü kütüphaneye gitmeli, rafların arasından en kalın ve kapsamlı italyanca - ingilizce sözlüğü bulmalı ve pazartesi günkü tercüme dersi için elime verilen ingilizce yazıyı italyancaya çevirmeliyim. bu kısa hikayenin tamamından müthiş bir zevk alıyorum. soğuktan, yağmurdan otobüse binmekten, kütüphaneye gitmekten, ingilizceyi italyancaya çevirmekten, ders çalışmaktan, yazı yazmaktan, kütüphanelerin o sonsuza uzayan derin sessizliğinden.
hala. hala tüm bunların hepsinden müthiş bir zevk alıyorum.
çat kapı gidebileceğim bir kütüphanesi olmayan şehirler benim için hep yarım.
istediği kadar boğazı, ayasofyası, kapalıçarşısı olsun.
yarım.
***
bütün bu birbirinden gayet alakasız şeyleri niye yazdım hiç bilmiyorum.
anlatmak istek değil, ihtiyaç.
herşey oturmuş yerine.
***
hayattaki asıl özgürlük canının istediği herşeyi yapabilmek değil,
canının istediği şeyleri yaptığında başına gelecek her türlü olasılığı kabullenmek ve onlarla yaşamayı becermek.
bunu ben mi düşündüm, birisi söyledi de öyle mi yazdım aklıma bilmiyorum.
ortak bir akıl torbası var zaten inandığım, düşündüğümüz herşey hepimizin üzerinde uçuşuyor.
yeni fikirler yalan, senin yukarıda uçuşanlardan ne kadarını kendine kapabildiğin önemli olan.
yaşamayı becermek.
çoğunlukla canının istediğini yapan bir insan olarak, yaptıklarımın bedellerini muntazaman ödüyorum. düzenli ödemeyince faiz biniyo çünkü, onu da biliyorum. bundan çoğunlukla yorulup, bazen fazlaca şikayet ediyorum ama aslında gocunmuyorum.
bir keresinde birisine "hayatta sadece kendime verdiğim sözleri tutamıyorum" demiştim. halbuki şimdi bakınca, kendime verdiğim en ciddi sözleri tutmak için çok fazla şeyi reddettiğimi farkediyorum.
sanırım içten içe, içerdeki Ege'nin bana küsmesinden korkuyorum.
insanın kendine küsmesinden daha kötü ne olabilir?
***
yağmur yağıyo bi yandan, bi yandan kulağumda i can't get started çalıyo. böyle zamanlarda aklıma hep Canterbury'deki evimizin önündeki otobüs durağı geliyo. romantiklikten ziyade iflah olmaz bir hızda nostalji akıyo damarlarımda. bu duruma birşey yapamıyorum, hayatım her ne kadar berrak olursa olsun, hatıra denen sislerin arasından bakıp illaki geçmiş zamanları, bitmiş dönemleri yadediyorum. şimdi de mesela, o otobüs durağındayım, bir cumartesi öğleden sonrası, soğuk ve yağmurlu bir ingiliz havasında, otobüs durağının buz gibi demir taburesine oturmuş, elimde şemsiyem, kulağımda damien rice kıvamında müzikler, kıçım dona dona otobüsün gelmesini bekliyorum. bir cumartesi öğleden sonrası bunu yapıyorum, çünkü kütüphaneye gitmeli, rafların arasından en kalın ve kapsamlı italyanca - ingilizce sözlüğü bulmalı ve pazartesi günkü tercüme dersi için elime verilen ingilizce yazıyı italyancaya çevirmeliyim. bu kısa hikayenin tamamından müthiş bir zevk alıyorum. soğuktan, yağmurdan otobüse binmekten, kütüphaneye gitmekten, ingilizceyi italyancaya çevirmekten, ders çalışmaktan, yazı yazmaktan, kütüphanelerin o sonsuza uzayan derin sessizliğinden.
hala. hala tüm bunların hepsinden müthiş bir zevk alıyorum.
çat kapı gidebileceğim bir kütüphanesi olmayan şehirler benim için hep yarım.
istediği kadar boğazı, ayasofyası, kapalıçarşısı olsun.
yarım.
***
bütün bu birbirinden gayet alakasız şeyleri niye yazdım hiç bilmiyorum.
anlatmak istek değil, ihtiyaç.
No comments:
Post a Comment