çok zaman oldu.
***
...derken, eskiden, o hepimizin hayatından illa ki geçen küçük moleskine defterleri bir ayda bitirirdim. ne çok taşardım, ne çok yazardım, ne çok sözüm, ne çok fikrim, anlatmak istediğim ne çok an'ım vardı. raflar dolusu moleskine'lerde bir koca dönem deri kapakların arasında uyuyo şimdi. insanlık için kısa, benim için uzun bir dönem. gel gör ki artık çantamda dolaştırdığım defteri ne zaman aldığımı hatırlamıyorum. aniden gelen cümleleri telefonumun not kısmına yazar oldum, o anlık telaşlarda çanta içinde defter kalem aramakla uğraşmıyo ellerim. aslında bakarsan zaten o kadar fazla cümle de gelmiyor aklıma. insanlık için küçük, benim için büyük bir sıkıntı.***
...derken; yine yeniden, sıkıntılardan sıkıntı beğendiğimiz anlar, günler, aylar. hepimiz için. ne bitmez derdimiz, ne dolmaz çilemiz varmış. ülkece toplu sünnet töreninde sıramızı bekliyoruz, hepimizi kesecekler sanki, arkalara koşuyoruz, uzaklara kaçıyoruz, itinayla görünmez olmaya çalışıyoruz. işini bilenler kaçmış da, bi biz kalmışız keriz gibi ortalıkta. çok azız. her gün daha netleşiyo görüntü, gerçekten çok azız. hani love actually'de yazar adam bir gün herşeyden kaçarak o göle bakan eve gidiyo ya, sonra göl onun bütün romanını emiyo, bitiriyo falan; tam da orayı istiyorum hayatımda. gerçi bilmiyorum da orası neresi. aramıyorum da. hem zaten bilen bilir, seyahatten, gezmekten hoşlanmam ben. denizden, tekneden, karadan uzak olmaktan, yere sağlam tutunamama hissinden hoşlanmadığım gibi. nereye koysan yaşarım ama, her zaman o nere'lere gitmeye hazır olamam. aynı şehri yüz kere özlerim de, yeni bi yere ilk kez gitmeye yanaşmam. aynı lokantalarda aynı yemekleri yemeye hiç itirazım olmaz da, yeni açılmış yerlere ısınamam. "başak burcu memnuniyete bir tepki olarak doğmuştur" demişti ya biri, ne doğru demişti.
***
...derken, kafası benim gibi çalışanlar yukarıdaki fotoğrafı görünce Yves Klein'in o meşhur fotoğrafını hatırlamış olabilir. oysa ki burası Istanbul. istanbul'daki eski - ve tabi ki yerinde yeller esen- binalarla kafayı yemek üzereyim. sürekli bişeyler buluyorum, okuyorum, yine de yettiremiyorum. binadan gitsem sonu gelmiyo, mimardan gitsem kafam allak bullak oluyo. okudukça, gördükçe içimde doğan hissi de kimseye anlatamıyorum. tam bunların ortasında Salt'taki yazlık sergisine gittim, iyice tuz bastım yarama. ayrılamadım florya plajından, caddebostan'daki yazlıklardan, vedat tek'in, sedad hakkı'nın konaklarından. bu saykodelik durumu açıklamak için "basit bir nostalji sevdası"ndan girip, asla tatmin olmayıp, reankarnasyondan çıkıyorum. süreyya plajından denize mi girdim, caddebostan'da arabası olan 5 aileden biri miydi ya da benimki, moda'yı bu kadar sevmemin sebebi başka bişey mi, o tek katlı, üzerinde modernizmin temizliği akan evlerden birinde büyüdüm belki? bulamıyorum, bilemiyorum ve yukarıdaki soruların cevabını kendi kendime verdiğim yetkiye dayanarak evet diye cevaplıyorum. siz aksini kanıtlayana kadar, evet.
***
...derken, dün akşam 650. kere human planet'i izledim, bu sefer dvd'den de değil, bbc'den. düşün ki, o kadar muassır bi medeniyetsin ki prime time'da belgesel yayınlıyosun. bu fikir çok tanıdık tabi ama milleti uyutmak için değil bunlarınki, uyandırmak için; bak demek için, bu gezegende daha neler neler var. Papua yeni gine'de galiba, babalar aileleri için maymun avlıyolar ormanda, eve getiriyolar, kadınlar pişiriyo, ailece mutlu mesut yiyolar. sonra bakıyosun bütün çocukların tepesinde birer yavru maymun, en yakın arkadaş olmuşlar. bununla da kalmıyo çocukların annesini bi görüyosun ki, almış bir yavru maymunu kucağına emziriyo. hem besleyip hem nasıl yiyebilirsin diye düşünecek oluyorsun. normal, sen şehirli insansın. düzsün, sığsın, bunları görünce anlıyoruz ki biraz da yazıksın. kucağındaki maymun huzurla memesini emerken, kadının anlamadığımız sözleri altyazıya dönüşüyo; "what we take from the forest, we have to give back." annesini babasını avladıysa, yavruyu kendine evlat, çocuklarına kardeş yapıyo. çünkü aslında bu doğanın bir parçası olmak bunu gerektiriyo ama elbette ki bizim önce, doğanın bir parçası olduğumuzu hatırlamamız gerekiyo. beynin arkalarına atılıp, içindekilerin bin yıllar önce işlevsiz bırakıldığı o çekmeceyi açma vakti geldi de geçiyo.
***
...derken, Gezi'nin üstünden 1,5 sene geçti. hala insanları daha iyi tanımama yardımcı oluyo. twitter'dan sildiklerimiz, facebook'tan sildiklerimiz, hayatımızdan sildiklerimiz. bir yanda Lucca'ya takılmadığım için bana "doğru tabi sen yemekten sonra hükümet protestolarına gidersin" diye aklı sıra dalga geçenler, öbür tarafta "sokakta başına bişey gelirse avukata ihtiyacın olursa saat kaç olursa olsun beni ara" diyenler. diyemedim bişey, böyle işte.
***
...derken, biz lisedeyken Bebek'te Lucca filan değil ama, Ashram vardı. hatırlayanlara, bence bu cümle çok fazla şey anlattı.
***
No comments:
Post a Comment