ne zaman dersen, bundan tam 14 sene önce inanmıştım, hayatta tesadüf diye birşeyin olmadığına. kartalkaya'dan istanbul'a dönen bir arabanın arka koltuğunda uzaklara bakıp ne aradığını bile bilmeyen, ama bulmaya andlar içen ben, sonraki aylar boyunca başından geçen film gibi olaylardan sonra bir mayıs sabahı lisede sınıfa girmiş ve tahtaya kocaman harflerle "mucizelere inanın, çünkü gerçekten varlar!" yazmıştı. arkadaşlarım el yazımı da tanıyordu, hikayemi de. tahtayı gören yanıma koştu. tesadüf yoktu, olamazdı. mucizeydi ve benim başıma gelmişti. herşey bu kadar basitti.
hayat basitti.
biz çocukken, meğer hayat ne basitti.
***
bugün interstelları izlemek üzere gittiğimiz sinemada, sona kalan donakalanlar olarak kendimizi karışık kaset izlerken bulduk. irem 15 ya var ya yok, kendisi bir aslan kadını, yengeç'lerden illallah demiş. gel gör ki ulaş yengeç, aslında aslanlarla anlaşabileceği yazıyo, annesinden yürüttüğü astroloji kitabında. öyle yazıyo, ya da ulaş öyle okuyo, önemli değil. önemli olan, ulaş irem'i çok seviyo. ulaş irem'i o kadar çok seviyo ki, her sabah servis beklemek için kapının önüne yarım saat erken çıkıyo, çünkü irem'in servisi onunkinden yarım saat önce geliyo, çünkü ancak o zaman irem'le geçirecek birkaç kıymetli dakika yaratabiliyo. irem pek anlam veremiyo buna, neden erken çıkıyosun ki diyo, e konuşuyoruz? diyo ulaş.
e yalan değil.
***
nasıl ki o filme gitmemiz tesadüf değildiyse, benim 14 sene önce bir sabah servis beklemek için sokağa erken çıkmam, ve onun tam da o zaman önümden geçmesi de tesadüf değildi. kartalkaya'dan istanbul'a dönen bir arabanın arka koltuğunda uzaklara bakıp ne aradığımı bilmeyen ben, aradığımı bulmuştum bir sabahın kör şafağında. tanımıyordum, ne olduğunu bilmiyordum. ama sabahın o saatinde önümden geçtiyse, demek sonsuza kadar paralel değildi yollar, kesişiyordu bir yerde. o gündü işte, mucizeleri tahtaya kazıdığım gün. o gündü, bir zamanlama hatasıyla kendi mucizemi yarattığım gün. ertesi gün yine çıktım o saatte sokağa, yine güneş doğmadan daha. kalbimin sesinden yokuştan inen arabaların sesini duymaz olmuştum. yine geçti. oydu. yoktu şüphe, kesin oydu.
ertesi gün, yine. ertesi gün yine. 2 yıl boyunca her sabah, yine.
sonrası, başka hikaye.
***
nasıl ki tüm bunlar tesadüf değildiyse, bundan tam 7 sene önce, paris'e taşındığım hafta, bir pazar günü kucağıma laptop'u alıp hürriyeti açmam da tesadüf değildi elbette. o fotoğrafın karşıma çıkması da. yüreğimin sıkışması, ellerimin titremesi, içimin boşalması, nefesimin kesilmesi de. kalbimin gürültüsünden konuşulanları duymaz olmuştum. resimlere baktım, cümleleri okudum. olay yerinde verilen bir can vardı, "tüm müdahalelere rağmen kurtarılamayan." arayıp da bulamadığım, bulup da bir türlü elini tutamadığım, uğruna karışık kasetler değil ama karmakarışık sayfalar doldurduğum, mektuplar yazıp arabasının camına kıstırdığım mucize, aşırı hızla yükselmişti göğe. sokağa fırladım, bi yürüdüm, bi durdum. bi ağladım, bi sustum. beni tanıyan herkes tek tek aradı, ben bütün kelimelerimi yuttum.
***
ve elbette tesadüf değildi, onun evinden 3 adım uzaktaki evimde değil de, herşeyden binlerce kilometre uzakta olmam. beni uzaklık sakinleştirdi. beni her konuda olduğu gibi, bunda da uzaklık ehlileştirdi. kartalkaya'dan istanbul'a dönen bir arabanın arka koltuğunda uzun uzun dışarı bakan ben, günlerle, gecelerle, titrek elleri ve kesik nefesiyle, buna da alıştı. bunu da kabullendi.
kabullenemediği tek birşey kaldı;
24, ölmek için çok erken yaştı.
hayat basitti.
biz çocukken, meğer hayat ne basitti.
***
bugün interstelları izlemek üzere gittiğimiz sinemada, sona kalan donakalanlar olarak kendimizi karışık kaset izlerken bulduk. irem 15 ya var ya yok, kendisi bir aslan kadını, yengeç'lerden illallah demiş. gel gör ki ulaş yengeç, aslında aslanlarla anlaşabileceği yazıyo, annesinden yürüttüğü astroloji kitabında. öyle yazıyo, ya da ulaş öyle okuyo, önemli değil. önemli olan, ulaş irem'i çok seviyo. ulaş irem'i o kadar çok seviyo ki, her sabah servis beklemek için kapının önüne yarım saat erken çıkıyo, çünkü irem'in servisi onunkinden yarım saat önce geliyo, çünkü ancak o zaman irem'le geçirecek birkaç kıymetli dakika yaratabiliyo. irem pek anlam veremiyo buna, neden erken çıkıyosun ki diyo, e konuşuyoruz? diyo ulaş.
e yalan değil.
***
nasıl ki o filme gitmemiz tesadüf değildiyse, benim 14 sene önce bir sabah servis beklemek için sokağa erken çıkmam, ve onun tam da o zaman önümden geçmesi de tesadüf değildi. kartalkaya'dan istanbul'a dönen bir arabanın arka koltuğunda uzaklara bakıp ne aradığımı bilmeyen ben, aradığımı bulmuştum bir sabahın kör şafağında. tanımıyordum, ne olduğunu bilmiyordum. ama sabahın o saatinde önümden geçtiyse, demek sonsuza kadar paralel değildi yollar, kesişiyordu bir yerde. o gündü işte, mucizeleri tahtaya kazıdığım gün. o gündü, bir zamanlama hatasıyla kendi mucizemi yarattığım gün. ertesi gün yine çıktım o saatte sokağa, yine güneş doğmadan daha. kalbimin sesinden yokuştan inen arabaların sesini duymaz olmuştum. yine geçti. oydu. yoktu şüphe, kesin oydu.
ertesi gün, yine. ertesi gün yine. 2 yıl boyunca her sabah, yine.
sonrası, başka hikaye.
***
nasıl ki tüm bunlar tesadüf değildiyse, bundan tam 7 sene önce, paris'e taşındığım hafta, bir pazar günü kucağıma laptop'u alıp hürriyeti açmam da tesadüf değildi elbette. o fotoğrafın karşıma çıkması da. yüreğimin sıkışması, ellerimin titremesi, içimin boşalması, nefesimin kesilmesi de. kalbimin gürültüsünden konuşulanları duymaz olmuştum. resimlere baktım, cümleleri okudum. olay yerinde verilen bir can vardı, "tüm müdahalelere rağmen kurtarılamayan." arayıp da bulamadığım, bulup da bir türlü elini tutamadığım, uğruna karışık kasetler değil ama karmakarışık sayfalar doldurduğum, mektuplar yazıp arabasının camına kıstırdığım mucize, aşırı hızla yükselmişti göğe. sokağa fırladım, bi yürüdüm, bi durdum. bi ağladım, bi sustum. beni tanıyan herkes tek tek aradı, ben bütün kelimelerimi yuttum.
***
ve elbette tesadüf değildi, onun evinden 3 adım uzaktaki evimde değil de, herşeyden binlerce kilometre uzakta olmam. beni uzaklık sakinleştirdi. beni her konuda olduğu gibi, bunda da uzaklık ehlileştirdi. kartalkaya'dan istanbul'a dönen bir arabanın arka koltuğunda uzun uzun dışarı bakan ben, günlerle, gecelerle, titrek elleri ve kesik nefesiyle, buna da alıştı. bunu da kabullendi.
kabullenemediği tek birşey kaldı;
24, ölmek için çok erken yaştı.