Tuesday, August 11, 2015

nilüfer

bir yazı daha, geçsin diye, bitsin diye, hadi artık gitsin diye, arkasında ite itiştire yollamaya çalışıyorum. neredeyse bütün bir yarımkürenin mevsimini tek başıma değiştirmek hırsı, kendisine olan yılmaz tahammülsüzlüğümden. sıcağa, sıcağın getirdiği tatillere, tatillerin getirdiği rehavetlere, rehavetlerin getirdiği o bitmez tükenmez umarsızlığa en ufak sempati gösteremiyorum. ceketler paltolar ve bilimum trikolar yeni yeni vitrinlere düşmeye başladıkça derin bir oh çekiyorum. arada bir bulutlanıyor ya hava, o zaman sanki şehrin en sevimsiz hallerini bile seviyorum.

fonumda sürekli aynı şey çalıyor bu ara, dinledikçe yürüyorum, bir yere gidip gitmemek değil önemli olan zaten, yürümek. belki kafanı, belki bacaklarını, belki hayalgücünü yürütmek. ilerlemek, bir şekilde adım atmak, kaslarını çalıştırmak, belki bacaklarının, belki beyninin, belki hayalgücünün. hep aynı şey çaldığından mı yürüyorum, yoksa yürüdüğümden mi hep aynı şey çalıyor bilmiyorum; önemli olan bu değil zaten, önemli olan dinlemek, hep yeni şeyler duymak, o parmaklar o kontrbasın tellerine basarken, onun nadir eslerine kendi adımlarını sıkıştırmak.
fonumda sürekli passacaglia çalıyor bu ara, Lars danielsson ve birkaç adamın daha birlikte yarattığı şaheser bişey. artık bilmeyen kalmadı, ömrümü nordiklerin işlerini dinlemeye, bakmaya, anlamaya, anlamamaya ve tüm bunların hepsinden haz almaya adamak istiyorum. hayatta net olduğum bir kaç fikirden biri de bu; beni düşüncesi bile heyecanlandıran tek kara parçası hala ve her zaman avrupa. katıyım, sevimsizim, belki büyük cahilim; hepsi kabul, hepsi olabilirim. denemedim mi, denedim. uzak ya da yakın doğu, güney ya da kuzey amerika, çöllü ya da ormanlı afrika; hepsi denedi, hepsi yenildi. yine denesinler, daha iyi yenilsinler; ben çoktan kendimi avrupanın hafif kuzeye çıkan bir yerlerine bağladım. ve geçenlerde twitter'da okuyup da bayıldığım o cümlenin söylediği gibi, kusura bakmasın ama; "beni iskandinav yaratmayan tanrı için bugün de bir şey yapmadım."

tanrı demişken.
sadece benim etrafımda mı çoğaldı, yoksa heryerde mi çoğalıyo gayet beklemediğimiz insanlardaki bu allahlı dualı, aminli, kadirgecenizhayırolsun'lu, ve tabi ki rumi'li tandans? mevlana celaleddin rumi demek elbette ki çok "uncool", anca rumi yazınca istediğin gibi duruyo. bilimum fotoğrafın altına yazılan, elbette ki yarısı mevlana'nın bile olmayan ve elbette ki ingilizce cümleler, yazanı elbette ki aşırı derin bi kişiliğe dönüştürüyo. tam içimizin bu kadar boşaldığına inanmak istemiyorum ki, çizginin diğer yanında arda erel cümleleri beliriyo. gerçekten mi diyorum ya, gerçekten bu süper sığ cümle sana bişey mi ifade etti, içini mi kabarttı, hayatını mı anlattı  ki bunu koydun instagramına, altına dua eden el emojisi ile. gerçekten bu kadar mısın,  gerçekten benim o arkadaşım mısın; ya gerçekten, sen neden hala benim etrafımdasın?

tabi şimdi burdan etrafımdaki insanları instagram'larına koydukları fotoğraflardan, yazdıkları cümlelerden teste tabi tuttuğum anlaşılmasın. arkadaşlarımın çeşitliliğini, yelpazenin genişliğini bilen bilir. gel gör ki bu son zamanlarda tahminimden daha kesin kararlar aldığım, pek kesin virajlar döndüğüm de doğru bu konuda. gezi'yle başlayan 'arkadaşlarını yeniden tanıma' sürecim o zaman bu zaman, bir yükselip bir alçalarak bugünlere kadar geldi. tertemiz sildim insanları; hem sosyal medyamdan, hem sosyal hayatımdan. omuzlarımdaki kızarıklıkları, sırtımın ağrısını çok uzun zaman sonra farkettim. meğer ne yükmüş, ne ağırlıkmış taşıdığım. meğer bunca zaman ne gereksiz kaprisler sırtlanmışım. önce bir omzumdakini indirdim, sonra diğeri kendiliğinden düştü. dökülenler döküldü, pek tabii biraz gürültülü. hepsinin üzerine bir örtü örttüm, sonra dönüp bir daha baktım. oldukları yere, tam da düştükleri noktada bıraktım. hatırlamak istersem son yerlerinde, son gürültüleri, son sessizlikleriyle hatırlayayayım diye.

passacaglia bir kez daha çaldı, ben hızlı hızlı yürüdüm yine, oturduğum yerde.
gel gör ki shuffle dediğimiz şey, kader gibi biraz. senin düşündüklerini takmıyo pek, canının çektiğini, kendi dinlemek istediği şeyi gelip koyuyor önüne. sonra bakıyosun, içindeki deniz yükselmiş bir anda çalan notalarla; 'ah ulan ne güzel şarkı bu...' cümlesi sarmal sarmal yükseliyo karnından yukarıya. aslında shuffle tanrısı da çoğunlukla senin için, senden daha iyi planlar yapıyo.
bıraksak kendimizi, bak sular ne tahmin edilmezlere akıp gidiyo.
ama şimdi yazmayı bırakmalıyım,
müslüm gürses, nilüfer'i söylüyo.

ah ulan, ne guzel şarkı bu!


1 comment:

edatugcu said...

Ne kadar uzun zaman olmuş sen yazmayalı ya da ben okumayalı. Hem de ne güzel !