Saturday, December 18, 2010

"Qu'il s'agisse d'hommes, de femmes, de mode ou de meubles, la beauté est ce qui me bouleverse."
gecenlerde,
hayatımda ilk defa,
yazmadıgım surece,
kendime ihanet ettigimi hissettim.


Tuesday, October 5, 2010

break and continuity


(...)
"From the very first film I saw, Flavor of Green tea over Rice, I was fascinated by the way japanese use space in their lives, and by these doors that slide and move quietly along invisible rails, refusing to offend space. For when we push open a door, we transform a place in a very insidious way. We offend its full extension and introduce a disruptive and poorly proportioned obstacle. If you think about it carefully, there is nothing uglier than an open door. An open door introduces a break in the room, a sort of provincial interference, destroying the unity of space. In the adjoining room it creates a depression, an absolutely pointless gaping hole adrift in a section of wall that would have preferred to remain whole. In either case a door disrupts continuity, without offering anything in exchange other than freedom of movement, which could easily be ensured by another means. Sliding doors avoid such pitfalls and enhance space. Without affecting the balance of the room, they allow it to be transformed. When a sliding door is open, two areas communicate without offending each other. When it is closed, each regains its integrity. "

from "the elegance of the hedgehog" - Muriel Barbery

benim gibi bunları dusunen insanların olmasına, o insanların bunlardan bahseden kitaplar yazmasına ve o kitapları okumaya bayılıyorum.


Sunday, September 19, 2010

c'est la vie.


CC, 19 yasında bi kız. gecen sene, bigun hic beklemioken yanıma geldi, "sen benim ablam yasındasin o yuzden sana soleyebilirim, sen anlarsın, ben anoreksigim" dedi. kamyon carpmıs gibi oldum, hem baktıgında hic anlasılmamasından, hem hayatımda ilk defa birisinin bunu -hem de bana- bu kadar acıkca soyleyebilmesinden. ne dicemi bilemedim, sora toparladım, konustuk biraz. "kime neyi kanıtlamak istiorum bilmiorum, sadece insanlara bakın yemeden de ayakta kalinabilir demek istiorum sanki.." dedi..."ailen?" dedim, yavas yavas anlamaya basladıklarını ama o istemeden kimsenin ona gercekten yardımcı olamayacagını soyledi. bu konusmayı yaptıgımız gunden 1 ay sonra hastahaneye kaldırıldı, agır depresyon ve anoreksi teshisiyle. hastaneye kaldırıldıgı gun, boyu 1.80, kilosu 20ydi.

aradan bi sene gecti, bu hafta bası tekrar gordum onu. iyiydi, aslında ilk tanıstıgımızda da iyiydi, ama diildi, iyi gosteriyodu sadece, belki bu sefer de. yine konustuk uzun uzun, depresyon tedavisini, o korkunc sancılı donemi, kendini jean d'arc ve einstein sanan 2 oda arkadasından nasıl korktugunu, einstein in duvarlara surekli sacmasapan sayılar ve hesaplar yazdıgını, kendisinin en cok ondan korktugunu anlattı.. "ben de onlar gibiydim, gercekten delirmistim, ama onlardan o kadar korktum ki, boyle olmamalıyım dedim kendi kendime.."
depresyondan sonra, 8 ay suren anoreksi tedavisi. ufacık lokmalarla gecen 8 ay. "sana yemin ederim, cehennemi gordum ben orda, insanın aklının bedenine neler yapabilecegini gordum, olume ne kadar yaklastıgımı gordum, hala inanamiorum nasıl hayatta kaldıgıma" diye anlattı bana. gecirdigi o korkunc gunlere ve yasadıgının agırlıgını bilmesine ragmen, hala az yiyo, salataya sos koyamıyo, patatesin, hamburgerin, yaglı yemeklerin yanından gecemiyo. "cocukların canavardan korktugu gibi korkuyorum yaglı yemeklerden, dusuncesinden bile korkuyorum..." bugun 52 kilo, hastaneden cıktı ama, haftanın 3 gunu doktor kontrolu, 1 gunu psikiatr tedavisi devam ediyo..

JFD, 20 yasında genc bir erkek. birkac hareketinden hemen anlasılacak bir duzen ve tertip takıntısı var. takıldıgı seyi birakamıyo, iki kalem yanyana hafif yamuk dursa anında duzeltiyo. cevresi tarafından bazen alay konusu oluyo ama o alısmıs, alısmanin otesinde o an onemli olan alay edenler degil, o iki kalemin yamuklugu.

gecen gun laf arasında ben hastanedeyken falan dedi, ben de cok desmek istemeden sadece merakla ne hastanesi dedim, yannız kaldıgımızda. once anlatmak istemedi, hic ustelemedim, sora baktım kendi basladı anlatmaya. 16 yasındayken anne babası ayrılmıs, fena bi ayrılık, anne bi kavga esnasında babasına "eger bu evde kalacak olan sen olursan emin ol 1 ay icinde gelir yakarım bu evi icinde seninle beraber" demis, aynen boyle soyledi cumleyi de bana anlatırken. baba da bu cinnet esnasında gidip annesinin dolabındaki butun kiyafetleri indirip makasla tek tek dogramıs hepsini. 16 yasında butun bunları gordukten sonra da, tabi ki hayat aynı olmamıs onun icin. aynı zamanlar bir otelde staj yapıomus, orada da cok mutsuzmus. aynı donem 2 kere intihar tesebbusunde bulunmus, ilkinde bileklerini kesmis, annesi yakalamıs, ikinci sefer avuc dolusu hap yutmus, yine birileri kurtarmıs. "istemiodum yasamak, neresinden baksan yasamaya deger hicbisi yoktu ki..." tum bunlardan sonra, doktor depresyonun yanında bipolar teshisi koymus buna. ist inisleri cıkısları cok extreme, kontrol edemiyo kendini, her gun mood duzenleyici haplar alıyomus. "bazen herkese sarılıp opmek istiyorum, o kadar mutlu hissediorum ki kendimi, bazen de, o intihar ettigim gunlerden hic bi farkım yok, ama daha iyiyim artık..." dedi....ben hicbisey diyemeden, butun hikayeyi agzım acık dinledim....




aramızda, yakınımızda bu insanlar....

Saturday, May 15, 2010

Ramirez



nişantaşı AFM, sehrin en afilli, en moda sineması.
Dangerous Minds' a 3 bilet.
birlikte gidilen, ilk film.
sene '95.


"what's goin on in the kitchen,
but i don't know what's cookin
..."

Sunday, May 2, 2010

bazı insanlar vardır, şarkılara benzerler.


bazı şarkılar vardır, nerde duysan yuzunu güldürür.

bazı şarkılar vardır, nerde duysan içini karartır.

bazı şarkılar vardır, bi ara cok takılırsın, cok dinler, cabuk sıkılırsın.

bazı şarkılara cok alışır, hiç bıkmazsın.

bazı şarkılara, istesen de ısınamazsın.

bazı şarkıları, türkçe bile olsa anlamazsın, tam çıkaramazsın ne demek istediğini.

bazı şarkılarsa, nece konuşursa konuşsun, her dedigine hak verirsin, içini bilir sanki.

bazı şarkılar ömrün boyunca biyerlerde çalsın istersin.

bazı şarkılar, nerde kuağına çalınırsa çalınsın, kaçmalara yeltenirsin.

bazı şarkılar vardır, tanımaz, bilmezsin, arkadaşların söyler, 'bi dinlesen, tam senlik, belki seversin..' ama diline başka şarkı takılmışken, istesen de dinleyemezsin.






*bi metro sabahında, aklımdan gecenler.

Friday, April 23, 2010

disi buz ici balim, nerdesin?

kabul edelim, hepimizin icinde bi serdar ortac, bi demet akalin var.tamam o kadar sutun bacakli olmasa da olur, ama var.

turksen, ne mutlu sana turkum dedigin icin, ve bunu bazen dibine kadar gosterip bazen korka korka sakladigin icin. ama aslinda senin de, yanindakinin de icinde ayni kimiltiyi her zaman tasidigini bildigin icin. ne mutlu sana, uzaktan uzaktan duydugunda tepki vermeyip, yaklastikca kayitsiz kalamadigin o aksak ritme sonunda uydugun, sol elinle hafif hafif masaya vurup, sag ayaginla ritm tuttugun icin. ne mutlu sana, bundan utanmadigin zamanlar icin!

ne oldugun, ne is yaptigin, nerde yasadigin, ne kadar yuksek bi statun, ne sahane bi titrin oldugu ise yaramaz bu konuda, sahip oldugun kudret ilelebet damarlarinda. bi rahatla, gevse, ac yakani, at suraya topuklulari, bi gel kendine. utanma, cekinme, ne mutlu kendini bilene!

sen de biliosun aslinda, cevrendekilerin uzerinde yarattigin o cok cool izleniminin sonu, bindigin arabada arkadasinin sesini actigi sarkiyi duymanla ve nasi oldugunu kendin de anlamadan sarkiyi bagira bagira soylemenle gelecektir mutlaka. "acsana biraz daha sesini" dersin, bunu demek icin de sarkinin sadece muzik olan kismini beklersin, ki kacirmayasin sozleri, Gulsen'le beraber soyleyebilesin. bilmez miyim ben seni. bi alisveris merkezinin otoparkinda yokuslari hizla cikarken arabayla, aslinda tam da o an, tam da o bangir bangir muzigin icinde tam da icinden geldigi gibi bas bas bagiran sen'in, sen oldugunu hissedersin. bilmez miyim ben seni!

kabul edelim, kanimizda bu asil kan aktikca, bazen imaj hicbiseydir, eller havaya hersey!









Girls

just wanna have fun.



Wednesday, April 7, 2010

su-she

"erkekler icin bazı kadınlar sushi'dir,
bazı kadınlar sushi'nin yanında yedigin zencefil'dir."

anca araya tat katar, fazlası gaz yapar.
gercek bu, bazılarınız icin uzgunum kızlar!


(sex and the city kıvamında yazı yazmak en istemedigim sey, ama unutmamalıydım C'nin bu benzetmesini!)

Monday, April 5, 2010

ogrenmeli:

17eme siecle;
Louis XIII - formes droites, simplifiées, austéres.
Louis XIV - symmétrie absolue, meubles imposants et dorés.

18eme siecle;
Louis XV - Asymmétrie, mouvements en courbes et contre courbes.
Louis XVI - Lignes droites, symmétrie et géometrie.


okumali:
Tous les Styles du Louis XIV a l'Art Deco

Wednesday, March 17, 2010

ailede bir olum

"kusmak gibi bu" dedi deborah, "kusan birine bakinca senin de miden bulanir ya, sana bakinca benim de aglayasim geliyo.."


carole sabahtan beri agliyo.
hicbisey yapamadan, bi kosede tabureye cokmus, aslinda hic de belli etmeden,sessiz sessiz agliyo.
"tu veux un the carole?" dedim, 'no c'est bon merci cherie' dedi, hayatinda ilk defa.
beni gunde 3 kere isimin ortasinda durtup 'bosver isi gel cay icelim' diyen kiz, bugun istemedi.
gittim, yanagindan optum.
uzgun ama cok huzurlu bi gulumseme gordum yuzunde.

biraz sonra, pascal'den telefon geldi, carole yukari kostu.
'babami cumartesi gunu topraga verioruz, cicekler icin philip'le konusurum'demis.
haftada 20 kere baska olumler, hic tanimadigimiz insanlar icin cicekler, celenkler hazirlarken, simdi aileden birine bunu yapacak olmak, yapmak gerekmek, agir geldi herkese..
kim yapacak, nasil yapacak, bell diil hala..

carole telefondayken yukarda, deborah'yla aslinda ne kadar herkesin icice, kolkola, birbirine bagli ve baglantili oldugunu konustuk.
ve aradan birileri kaydiginda, herkesin bi anda nasil sendeledigini.
hayatin aslinda cok garip oldugunu.
olumun de aslinda sandigimizdan cok daha aramizda, yanimizda oldugunu.

Saturday, March 13, 2010

bana benzeyen sarkılar listesi

oturdum dusundum, ben sarkı olsaydım, bunlar gibi bisey olurdum diye karar verdim.
hayatımın fon muzigi olmalarına gerek yok, bi gun gelir bıkabilirim de bazılarından, ama bugun su anda, bana benziyen sarkılar listem budur. sıralama oncelik sırasına gore yapılmamıstır.

-Il y a, Vanessa Paradis
-Azzurro, Adriano Celentano
-You're a Cad, The Bird and the Bee
-Samba de Mon Coeur Qui Bat, Coralie Clement
-Baby Elephant Walk, Henri Mancini
-Canned heat, Jamiroquai
-Her Morning Elegance, Oren Lavie
-The Girl in the Other Room, Diana Krall
-You Got By, Sara Gazarek
-Ces Petits Riens, Stacey Kent
-Bella, Beady Belle
-Build Me Up Buttercup, The Foundations
-Mixtape, Jamie Cullum
-Non Si Butta Via Niente, Mina
-Electric Bird, Sia
-Neon, John Mayer
-Imagine, Alalie Lilt
-Sunny, Bobby Hebb
-Big Blue Sea, Bob Schneider
-For the Colour of Your Eyes, Eleftheria Arvanitaki
-Lullaby of Birdland, Ella Fitzgerald
-Caro amico ti scrivo, Lucio Dalla
-Koop İsland Blues, Koop
-Everything, Michael Buble
-Change, Tracy Chapman

bir junk sendromu.

Ben bu Deniz Berdan'ı seviyorum.
Ha, sevmek belki fazla iddiali, ama takdir ediyorum, cok tutuyorum diyelim.

Blogunu, bikac zamandır takip ediyodum..takip etmekten kastım koydugu binlerce catwalk fotografını tek tek incelemek degil elbet, yuregim dayanmaz onlara o kadar mesai harcamaya.. ama bi bakıyodum arada, ne yazmıs, ne koymus, ne fotograf cekmis, gene napmıs diye. etrafımdaki onlarca blog heveslisi gibi 3 yazı yazdıktan sora o blogu tamamen unutmak yerine, bakıyorum calısıyo, arastırıyo, begendiklerini koyuyo, begenmediklerine yorum yapıyo, ve hatta benim hayatımda adını duymadıgım tasarımcıların, yeni universiteden cıkmıs isimlerin kreasyonlarına yer veriyo. sagda solda bos bos modadan anlamam, sevmem, sıkılırım dememe bakmayın, istedim mi gayet de anlarım aslında. tevazu biyere kadar, saglam bi gozum ve dogru bi estetik anlayısım oldugunu, bunu zamanla buyuttugumu ve kendimi bu konuda hep cok egitmeye calıstıgımı inkar etmem. bu yuzdendir ki, bu kadın hayatımda duymadıgım adamları karsıma cıkarınca, orda burda, alelade yerlerde aynı seyleri temcit pilavı gibi karsımıza cıkaranlardan anında sıyrılıyo, bize iki yeni sey ogretiyo, bu da bizim hosumuza gidiyo. bu bir.

sora evinde, kendi 'modifiye' ettigi kiyafetleriyle yaptıgı amator cekimlerle, sadece kendi yasındaki ve cevresindeki fabrikasyon kadınlara diil, modayı, trendleri, akımları, herseyi yalayıp yuttugunu zanneden, 'ben kucukken de ananemin dikis makinesiyle bebeklerime kıyafet dikerdim' insanlarına saglam bi ders veriyo. her seferinde binlerce renk ve desene bulanmıs kombinasyonlar yaratıp evinin otoparkında deli deli pozlar veriyo. hicbiseyi, hickimseyi umursamıyo, ve bos konusmayın, biseyler yapın diyo alttan alta.. yaratıcı her iste oldugu gibi, aslında giyinmenin de, o giyilen seyi yaratmanın da, etrafa gostermek ihtiyacının da bir durtu, icten gelen durdurulamaz bir istek oldugunu cok net olarak ortaya koyuyo. bu da iki.
yapmak, yaratmak birsey, onun hakkında bos konusmak, cok baska bisey.
yapmak, yaratmak ciddi bir durtu, karsısına gecip ona bok atmak sevimsiz bi kasıntı.
kimisinde birincisi var, kimisinde ikincisi...


ben inaniyorum ki, deniz berdan modifiye etmenin de otesine gecip kiyafet tasarlasaydı, bugun cok ciddi bir isim olurdu.
ha ben, desenli tek biseyi olmayan, butun kiyafetleri 'ölü fare rengi' olan ege soley, deniz berdan tasarımı tek bisey alır giyer miydim? hic sanmıyorum. ama bu, benim bu kadını takdir etmeme, desteklememe engel teskil etmez elbette. ve yine inanıyorum ki, bu ulkeye boyle kadınlar da lazım, standardizasyonun ustunden kosup atlamıs, umursamaz, kendi bildigi yolda giden, bunu da cekinmeden gosterebilen, her ne yaparsa yapsın yaptıgının arkasında durabilen kadınlar lazım.


merak edenler icin :
http://www.deniz-berdan.blogspot.com/

Thursday, March 11, 2010

varlıgım ve onun dayanılmaz hafifligi


Metrodan cıkıyorum.
Paris'in en guzel koselerinden birinde, bir carsamba sabahı, saat 10.30 cıvarı.
isbası yapmaya yarım saat.

dukkana dogru donmektense, dumduz ilerliyorum, istikametim o olmasa da, Parc Monceau'ya dogru.
kulagımda muzik. herseyden biraz.

metroda wabi sabi kitabımı okumusum, belki besinci kere, iyice aklıma girsin diye.
aklımda kitabın soyledikleri. aklımda wabi, ve sabi.
dusunuyorum, etrafıma bakıyorum, dusunuyorum. kendime bakıyorum dusunuyorum. ceplerime soktugum ellerime, hızlı hızlı ilerleyen adımlarıma bakıyorum, dusunuyorum.
ustumdeki tam 40 yıllık paltonun aslında tam bir wabi sabi oldugunu farkediyorum.

hava aydınlık, serin, hatta soguk.
ama bir tek bulut yok gokyuzunde.
sehirleri guzellestiren, bazen de havasi degil mi diyorum kendime.
bu sehir, bugun, hava boyle olmasa, bu kadar guzel olur muydu?
olurdu belki de.

Sagımda Parc Monceau beliriyo.
ve kosan insanlar. kosarken etrafına bakınanlar. kosarken sadece ileri bakanlar. kosarken birbiriyle konusanlar..

aylar once, yine bir sabah is oncesi bu parkta yuruyusum geliyo aklıma, heryer bembeyaz karken.
telefonum calmıs, bir an telefonumu cebimden cıkarmak icin durmus, tam o anda ayakucumda beliren bi karaltıya takılmıstı gozum. insanin basına bir kere gelir ya boyle seyler, ufacık bir sercenin ayagıma kondugunu gormustum. elimde calan telefon, bakakalmıstım ona. o ise bi an bakıp bana, ucuvermisti ayakucumdan.

Tanrı'nın beni ne cok sevdigini gostermek icin sectigi bir yoldu bu da, farketmistim.

Parkın yanından, gunesin altından, trafigin onunden gecerken bunları dusunuyorum.
Ve tam o sırada, kulagımda o ana en yakısacak sarkı baslıyo.

'ton allure, quand to marches juste devant..'

bi an gulumsuyorum.
herseye.
kulagımdaki sarkıya, parktaki insanlara, her yanımdaki gunese, aslında ayagımın ucundan hic kanatlanmamıs o kucuk kusa, icimdeki huzura..
tesekkur ediyorum, hepsine tekrar.
yolun karsısına geciyorum.
gecerken, yururken, dukkana girene kadar hep aynı sarkıyı soyluyorum..


"parfois on regarde les chose, telles qu'elles sont en se demandant pourquoi,
parfois on les regarde, telles qu'elles pourraient etre, en se disant pourquoi pas.."

Tuesday, February 23, 2010

il y a


biz lisedeyken Yaşar vardı, aglanıcaksa, yaşar acılırdı bi kenarda, onunla aglanırdı.
neden?.. ben de bilemedim simdi...'yine karsılasırız, dunya kucuk askın buyuk'..
biz lisedeyken, Vaha vardı, balık pazarının orda bi apartmanın en ust katı, terastan bozma, dokuntunun dokuntusu. sahane sandvicler yapardı uzun uzun ekmekler dolusu. her cuma okul cıkısı o yenirdi,
zeytin ezmeli zeytin ezmeli...
biz lisedeyken, Fanatik Basket vardı, daha dogrusu belki de sadece benim icin vardı. her salı bakkala kosulup fanatik basket alınır, icinde evliya var mı diye bakılırdı. yoksa heyecan fırtınası soner, gazete bastan sona hatmedilir, katlanıp kutusuna konurdu. o 6 sene, hala o kutularda..
biz lisedeyken, daha tanısmadıgımız insanlar vardı, o zaman cok iyi tanıdıgımız, tanıdıgımızı sandıgımız insanlar vardı, henuz hayatta olan insanlar vardı..



bi de, biz lisedeyken, benim uzun, cok uzun,- o zamanlarımı bilmeyenlerin hayal bile edemedikleri-, upuzun saclarım vardı....



*ozlemek ne fena sey.

Saturday, February 20, 2010

kampanya

"Hepsi birbirinin aynı moda bloglarınave 2 gunde kendini moda duayeni sanip, bok olmadan kokanlara hayır kamapnyası"

duzenlemek istiyorum!











ay ben kacıorum siz kovalıosunuz, yeter uzak durun!

Friday, January 29, 2010

.

"eşim emekli,
doğalgaz yakamıyoruz."



al sana memleket gercegi.

Tuesday, January 5, 2010

68.

Özlem, kıpırdamadan duran perde kıvrımıdır.



OA