Friday, November 11, 2011

dusunsene bi


ne kadar riya varsa dunyada, ve ne kadar yalan,
ne kadar ac varsa etrafımızda, ve ne kadar talan,
ne kadar rahatsız uyuyorsa etrafındakiler, ve ne kadar umutsuzsa gordugun gozler,

her kim, her nerede, her ne bicimde olursan ol,
bu kararan havalar, dagılan umutlar ve binalar dolusu yıkılan hayat varken,

sen de, ben de,
hepimiz biraz sucluyuz.

keske hepimiz, onumuzdeki takkemize bakabilirken acık yureklilikle,
diyebilsek, onun dedigini. katılabilsek, onun dedigine;



belki yağmura da gerek kalmazdı, insanlar bu kadar kirli olmasaydı..


bir de,
keske Turgut Uyar'lar, hiç ölmese.

photo: Andre Kertesz

Wednesday, October 26, 2011

no vuelve.


pazar akşamı istanbul'daki bizler,
Van'daki diğer bizlere,
bu şarkıyla veda ettik.
insanın sahip olduğunu, birilerini kaybettiğinde farkettiği bir miras gibi,
biz de, uzaktaki bizi, belki de geç farkettik.

sonsuza gidenlerin arkasından mendilimizi salladık,
burda kalmaya direnenlere arka çıktık, üstlerini örtmeye, karınlarını doyurmaya, yaralarıa merhem olmaya çalıştık.
ve her birine, bazen içimizden bazen bağıra bağıra, dünyanın bu çok kıymetli topraklarını bizlerle paylaştıkları için teşekkür ettik.
bazen unutsak da, en çok son birkaç gündür bildik ki,
dünyanın uğruna asırlarca savaştığı bu toprak, aslında biz birlikte biz olabildiğimiz,
siz, onlar, başkaları demediğimiz için kıymetliydi.

aylardır süren bunca şiddet, hırs, nefretin içinde, aslında insan olduğumuzu da,
ne kadar yazıktır ki,
bir yanımız üşüyünce, bir yanımız sızlayınca, bir yanımız kanayınca hatırladık.


insanız, kuzeyden batıya, doğudan güneye.
hepimiz aynıyız.
hepimiz insanız.

kendini kanatmanın tek zararı kendine,
bunu da kendimizi kaybettiğimizde farkemek olacak, cezamız.






Friday, October 14, 2011

pleurer pour un rien, acheter un chien.


Paris'te okulda, muhtemelen yine kabiliyetsizliğimin doruklarında olduğum bi resim dersinde, Nathan'ın ipod'unun bi kulaklığı benim kulağımdayken, bi anda bu şarkı çalmaya başlamıştı. kim bu demiştim, rose'u bilmiyo musun demişti. bilmeliymişim meğer... zaten saçları soldan sağa düşen, biraz dağınık, iddiasını içinden dışına taşırmayan kadınlar ne yapsa, iyi yapar gibi gelir bana.
***


"Te faire mourir de rire, aspirer tes soupirs,
m'enfermer tout le jour, ecrire des mots d'amour,
Boire mon café noir, me lever en retard, pleurer sur un trottoir"



Monday, October 3, 2011

nasılım?



o ben ki,
bir kadında bir çocuk hayaleti mi
bir çocukta bir kadın hayaleti mi
yalnızca bir hayalet mi yoksa.

ne peki
yere dökülen bir un sessizliği mi
göğe bırakılmış bir balon sessizliği mi
işini bitirmiş bir org tamircisinin
tuşlardan birine dokunacakkenki
dikkati ve tedirginliği mi.


şiiriyazanEdipCansever
pattismith'içekenRobertMapplethorpe

Thursday, September 29, 2011

shoe


eskimis, hafif rengi donmus ayakkabı iyidir.
yürüdüğünü gösterir; hem de hep temiz olmayan yerlerde yürüdüğünü.
ve buna cok da takılmadığını.
ve yürüdüğün yolların tozunu ayağında taşıyabildiğini.

yürüdüğün yolların tozunu ayağında taşımak iyidir.
hatırladığını gösterir; tozlu yollardan da geçtiğini.
ve bundan hiç gocunmadığını.
ve asıl tozlu yolların seni sen yaptığını.


ayakkabıları her daim gıcır, her saniye parlak olan insandan korkarım.
kusura bakmasın kimse,
karşındakine saygı ayakkabının burnunun diil,
gözbebeğinin cilasında saklı.



Thursday, September 15, 2011

san-sen





ondan sonra 'ege niye hicbiseyi begenmiyosun?'

dunyada boyle markalar, boyle kıyafetler, o kıyafetleri boyle ceken fotorafcılar, boyle sekle sokan reklamcılar var.
çıta yüksekse ben napim?
çalışsınlar, yapsınlar.

son 2 resimdekiler aileymiş bi de, karı koca ve cocukları.
sen bana once su aileyi getir, ben cekicem sana fotograflarını, söz. valla bak.

Tuesday, September 13, 2011

Saturday, September 10, 2011

bırakıp kalanları, kalanlarla.


bak bunlar da vardı,
vardı ve bitiyor
bunlar kalanlar arda,
bu da bize niye yetiyor?

burda degil bir yerde,
ve bilmiyoruz ne nerde,
o da sana ait değil,
yaşantımız sürüyor...

Sunday, August 21, 2011

denizce


onun da söylediği gibi kelimeler bazen kifayetsiz gelir, evet gelir ama,
bazen de 'dün tezgaha çıkmış bir su sayacı' olan biten herşeyi anlatmaz mı, tak! diye?


ben seni düşünüyorum seni
hani ilk o günlerdeki gibi
kalbim diyorum kalbim
daha dün tezgaha çıkmış bir su sayacı gibi
aşkı anılar besliyor düşler kadar
bu yüzden diyorum ki aşk eskidikçe aşktır
sevgi eskidikçe sevgi

günümüz ekmeğimiz, türkümüz
çoluğumuz çocuğumuz
binalar yan yana yükselip gidiyor
vapurların ağzı köpük içinde
uzaklarda ne kapılar açılıyor
trenin biri bir istasyona varıyor
ordan çıkıyor biri

her şey biliyor her şey
sen biliyor musun bakalım
seni nice sevdiğimi?
üstüne titrediğimi?

geldiğimi?
gittiğimi?

hadi!

hayatımın altyazısı,
canım CS.


...

(...)

"sanki ben upuzun bir hikaye,
en okunmadık yerlerimle,

yok artık, sıkılıyorum. "


Edip Cansever

Friday, August 19, 2011

bunu söylediğin iyi oldu.


"Beynin ilkel kısmında kodlanmış olan kendini koruma içgüdüsü ile ruhtaki gelişme emri arasındaki dengesini yitirdiğinde, kişi, yerinde çakılır-kalır ve bir süre sonra bedeni de buna uygun tepkiler göstermeye başlar. Kendimizi koruma yanımız, hep bir güvenlik arayışı peşindedir ve bu nedenle gereken her şeyi yapması için, beynimizi ve bedenimizi zorlar. Ruhtaki gelişme arzusu ise, mutluluk ve haz peşindedir, sadece güven içinde olmak ona yetmez ve sonunda mutlaka bu kısmımız, diğerini alt eder."
yani özetle: ya güvenli kucaklar, ya tehlikeli oyuncaklar.


photo: R.Maplethorpe

Wednesday, August 17, 2011

Hier encore.


Paris'e gitmeli,
grilerimizi giymeli,
st germain des prés metrosundan cıkmalı,
deux magots'ya oturmalı,
bacak bacak üstüne atmalı,
'un creme et un croissant s'il vous plait' demeli,
geçen güzel kadınlara, yakışıklı adamlara, heyecanlı jack russell'lara bakmalı,
gelen kahveye çok değil, en kıvamında sütü koymalı,
croissant'ı elimizle bölmeli,
kocaman bi hazla yemeli,
içmeli,
ama kalkmamalı,
oturmalı,
oturmalı,
oturmalıyız.

hiç konuşmasak da olur,
Paris bizi anlar.





Tuesday, August 16, 2011

a sleep that won't ever come:

"Herkesinkendineaitbirkaranlığıolmasıgerektiği,
tartışılmazbirgerçektir." *



*cem akaş

I can't.


universitenin ikinci senesi olmalı, dusununce oralara karar kılıyo aklım.
okulun neresi oldugunu hatırlamadıgım bir binasında, kimin oldugunu hatırlamadıgım bir odasında, niye orada oldugumu hatırlamadıgım bir sebepten dolayı, bir sandalyede oturuyorum. sanki birilerinin birseyleri yapmasını bekliyorum, bir imza, bir belge, bir dosya. kulagımda müzik, müzik de, universite hayatımın buyuk askı, ingilterenin o zamanki pop idol'ı Will Young. yeni sarkısı cıkmıs, heryerde aynı sarkı, benim discman'imde dahil. hayır, o zaman henuz ipod yok.
hep aynı sarkı repeat'te, dönüp duruyo, doymuyorum, doyamıyorum sarkıyı sevmelere.
sora, kimbilir kaçıncı turda, gözlerim dolmaya baslıyo. dinledikce, daha cok doluyo, ben inatla çıkarmıyorum kulaklıkları kulagımdan. farkediyorum ki, basbayağı ağlıyorum. burnunu çeke çeke, gözler dolmuş, taşmış bile artık. tekrar başa alıyorum, ağlamak istiyosan, ağlamalısın, yanağa değil, içine akınca fena asıl.
orda ne kadar oturdum hatırlamıyorum. ne kadar ağladım hatırlamıyorum. ama cok oturduğumu ve çok ağladığımı hatırlıyorum. beni ağlatanları da. hatta beni ağlatanları benim aklıma bi anda düşürüp o hallere sokan satırı da..

" i couldn't bear to loose you again..."

bi anda tütü geliyo yanıma, şaşkınlık içinde, bakakalıyo halime, sebebi de biliyo ya, soramıyo hiçbisey.
sarılıyo, sarılıyorum, ağlıyorum. ben işte tam o zamanlar, Will'in bu klipteki düşüp kalkmalarını, yerlerde yuvarlanmalarını, kendini paralamalarını çok iyi biliyorum. tam o zamanlar, çok çok iyi biliyorum. ah ah diyo bana sadece, sadece onu hatırlıyorum. koluma giriyo, kaldırıyo beni yerimden, cıkıyoruz.

bende duran hayat, dışarıda tüm hızıyla akmaya devam ediyo...



Thursday, August 11, 2011

bestest song ever.


"This youthful heart can love you and give you what you need,
But I'm too old to go chasing you around,
Wasting my precious energy."


hayatımda su yukarıdaki kadar cool bi kadın olsam, allahımdan daha ne isterim ben?
ama o zamana kadar, bu sarkı her caldıgında benimle dansetmek istersen, ona hayır demem.

Wednesday, August 10, 2011

(sou)rire

bir kadının sahip olabilecegi en kıymetli şeyi gülüşüdür.
bazı kadın hiç gülmez, bazı kadın cok güler, bazı kadın sadece güzel güler.
ama hangi klasmana girerse girsin,
ta içinden gülen kadının karşısında hiçbir şey eskisi kadar dik duramaz, erir gider.




*via sartorialist

ha?


Ne kadarını görebildiysen, ne kadarını işitebildiysen,ne kadarını düşünüp, ne kadarını toparlayıp geriye bırakacaklarım işte bunlar diyebildiysen, ne kadarını bir ümit kaynağı olarak görebildiysen, ne kadarına kavuştum, işte bunlar beni ben yapan,beni başkalarından ayıran diyebildiysen, ne kadarına dilin yettiyse, ne kadar nimete kavuştuysan, ne kadarını kurtarıp gurur duyabildiysen, ne kadarına el uzatabildiysen, ne kadar hoş sada çıkarabildiysen, ne kadarından gururla vazgeçebildiysen, ne kadar çığlık saklayabildiysen, ne kadar adalet hak edebildiysen,
hepsinden vazgeçip,unutulmayı göze alıp o toprağın altına kusursuz bir kurban gibi gidebilecek misin?
O dile getirilemeyen gerçeğin bir adım gerisinde, o sıradan allahaısmarladığı kabullenen kusursuz bir insan olabilecek misin?
A.G.



Monday, August 8, 2011

benim yerimde olsan, sen ne yapardın?


Quand je doute,
Quand je tombe,
Et quand la route
Est trop longue,
Quand parfois
Je ne suis pas,
Ce que tu attends de moi
Que veux-tu
Qu'on y fasse?
Qu'aurais-tu fait
A ma place?


Thursday, August 4, 2011

I letter, you letter, love letters.


"All letters of love are
Ridiculous.
They wouldn’t be love letters if they were not
Ridiculous.

In my days I too wrote letters of love,
Like others,
Ridiculous.

Love letters, if there’s love,
Have to be
Ridiculous. "




Alvaro de Campos
21 October 1935

Tuesday, August 2, 2011

"I'm in here"


hayatta bazen aslinda, herşey tek, belirli bir anin öncesi ve sonrasi.
önemli olan, hayat olan, o tek an.

boğaz kenarinda taşa oturup ayaklarini denize sallandirmak,
sant'antonio'da dua edip mum yakmak,
saatleri ayarlama enstitüsü'nü alirken yaninda kürk mantolu madonna'yi bulmak,
sade poğaçanın tam istedigin gibisini en aç sabahında yakalamak.

hayat bazen sadece bunlardan,
yasadigim diger hersey, beni bu anlarin birinden digerine tasiyan zamanlardan ibaret.

Wednesday, July 27, 2011

Dis-moi..



"Sens-tu le parfum que le vent ramène? Dis-moi encore que tu m'aimes.."


beni sev, sevme, ne farkeder.
bi ses her zaman uzaktan 'ben seviyorsam sen bahanesin' der.
ruzgarın tasıdıgı kokuyu duyuyor musun, sen ondan haber ver..
bana beni sevdigini soyle, bana ne istersen soyle,
sen bana hep biseyler soyle, yeter.


dısarıda duyulan satırlar,icimden yenilerini cıkartıyo bazen; aniden.

Tuesday, July 26, 2011

3B



***
I'm wild again, beguiled again
A simpering, whimpering child again
Bewitched, bothered and bewildered, am I

I've sinned a lot, I'm mean a lot
But I'm like sweet seventeen a lot
Bewitched, bothered and bewildered, am I
***

Saturday, July 23, 2011

Ben luleburgaz'dayken, televizyonda...


"(...) fanteziler gerçek dışı olmak zorundadır. çünkü istediğiniz şeyi elde ettiğiniz anda, artık onu istememeye başlarsınız. isteğin devam edebilmesi için, objesinin sürekli olarak eksik olması gerekir. istediğiniz o şey değil; onun fantezisidir. istek, çılgınca fantezileri destekler...
"sadece gelecekteki mutluluğumuzun hayalini kurarken gerçekten mutlu oluruz" derken pascal'ın anlatmak istediği de buydu. bugün geldi. bu nedenle "avlanmak, öldürmekten daha zevklidir.", ya da "ne dilediğine dikkat et deriz. " ona sahip olacağın için değil; ona sahip olduğun zaman artık onu istemeyeceğin için.
istekleriniz doğrultusunda yaşamak sizi asla mutlu etmez. gerçek anlamda insan olmak demek, fikirler ve idealler için yaşamak demektir. hayatınızı istediklerinizin ne kadarını elde ettiğinizle değil, yaşadığınız samimiyet, şefkat ve özveri anlarıyla ölçmek demektir.
çünkü sonunda kendi hayatlarımızı önemli kılmanın tek yolu diğer insanların yaşamlarına değer vermektir."


'life of david gale'



Thursday, July 14, 2011

Q


The moment I saw him smile
I knew he was just my style
My only regret is we've never met
Though I dream of him all the while

But he doesn't know I exist
No matter how I may persist
So it's clear to see there's no hope for me
Though I live at fifty-one-thirty-five Kensington Avenue
And he lives at fifty-one-thirty-three

How can I ignore the boy next door
I love him more than I can say
Doesn't try to please me
Doesn't even tease me
And he never sees me glance his way

And though I'm heart-sore, the boy next door
Affection for me won't display
I just adore him
So I can't ignore him
The boy next door

I just adore him
So I can't ignore him
The boy next door


***



bazen dusunuyorum, gitmeseydin, kalsaydın,
hayatın bazı köşeleri daha parlak olurdu sanki...
1983 - 2007

Thursday, July 7, 2011

WK


Japon arkadasım Billy, bi gun ders calısırken, kimbilir nereden acılmıssa konu,
"görmek gozle degil kalple yapılır, o yuzden bizim alfabemizde 'görmek' fiilini yazarken kalp sembolü kullanılır." demişti. hic unutmamıs, hemen bu lafı ajandama yazıvermistim.

o zaman bu zaman japonlardan cok hayran oldugum bir ırk yok dünyada.
estetik anlayıslarından yalınlıklarına, hayata bakış açılarından doğaya / gerçeğe ait herşeye ayrı bir sanat ve düşünce biçimi olusturmalarına, hep bayıldım.

bildigim ne kadar dil varsa, hepsinde wabi-sabi uzerine okumadıgım kitap kalmadı sanırım.

şimdi de baska biseylere sardım, cok heyecanlanıyorum ama, biraz sekle girsin, o zaman paylasırım...

Friday, July 1, 2011

how many lives in a life?

-nathan, amsterdam, bisiklet aksamı-

Paris'te devasa bir apartmanın daha da devasa arka bahcesinde elimde hortum, hortumdan fırlayan tazyikli su, çöp bidonu temizliyorum. kucucuk su damlaları bidonun dibinden sekip yuzume geliyo, üstüm başım sırılsıklam, etrafımdaki herşey çok kötü kokuyo. gözüm takılıyo, bi bakıyorum temizledim sanıp bidonlardan çıkan pislikler bütün bahçeye dağılmış. etraf çürük yaprak ve çiçek dolu. bidonları bırakıp, yere çöküp, yüzümü buruştura buruştura, yapmam gerekeni yapıyorum.
*
3 haftadır luxembourg'dayım. bir pazar sabahı otelin yanındaki tren garına gidiyorum, üstümde pijama. ilk tren nereye var diye bakıyorum, Köln'e, 1 saat sora. otele dönüp pijamamı çıkarıp üstümü giyinip alıp çantamı çıkıyorum. 1 saat sora trende, 3 saat sonra Köln'deyim. hayatımda hiç görmediğim bi ülkenin, hiç bi fikrimin olmadığı bi şehrinde, etrafımda konuşulanları anlamdan, tek başıma saatlerce dolasşıyorum. kilisede mum yakıyorum, bi lokantaya girip koca bi et yiip, bira içiyorum. almanlık yapıyorum, günübirlik.
*
bologna'dan istanbul'a dönüyorum. uçak milano'dan kalkıyo, ben kendimden büyük bavulumun üstüne oturmuş kıçım donarak beni bologna'dan milanoy'ya goturecek olan treni bekliyorum. gelmiyo. sciopero var diyolar, tren iptal. ama benim uçağa binmem lazım. gecenin 2sinde, o uçağı kaçırmamak için yapılıcak tek şey var. çeke çeke bavulu, taksi durağına gidiyorum. milano'ya kaç paraya gidersin diyorum adama, anlamıyo. uçağım var diyorum, yetişmem lazım. o ayki harçlığımın kuruşu kuruşuna hepsini taksiye veriyorum. doğru saatte havaalanındayım. alitalia kontuarına geliyorum, kimse gelmiyo. sciopero var diyolar, uçuş iptal. hayır vazgeçmiyorum, kavga gürültü, thy'e aldırıyorum kendimi. 2 saat sonra, istanbul'a doğru havadayım.
*
5inci kattaki müşterinin 'hoşlanmadığı'için geri verdiği 3 metrelik ağacı bizim dükkanın şöförünün yardımıyla 5 kat boyunca kucağımızda merdivenlerden aşağı indiriyoruz. değil kollarım, her basamağı indikçe elimdekinin ağırlığından başım bile zonkluyo. kapıya kadar gelip agacı kamyona yuklemiş, işkenceyi sonladırmışken, apartmanın kapıcısı "madame madame les escaliers!" diyo, dönüp bakıyorum, agacın saksısındaki topraklar dökülmüş basamaklara. fransız kapıcı beni bırakır mı, bıraksa ben pascal'in adına leke sürdürür müyüm? bu kez yine en üst kattan başlayıp, her basamağı bezle silerek, tek tek, basamak basamak, iniyorum. hayret, düşüp bayılmıyorum.
*
amsterdam'da bi aksamustu. bu sehri sevmiyorum, sevemiyorum ama, hava güzel, etrafımda yeni ama sevdigim arkadaslarım var, hayat da her zamankinden daha berrak sanki. herkesin elinde bira, 2 ayrı tekneden 2 ayrı muzik sesi yukseliyo. ben, bizim teknenin onundeyim, kulagımda ipod, ipod'da Sia'nin yeni albumu. repeatteki sarkı: 'never gonna leave me'. kendi kendime dans filan ediyorum. evet simdi bunu soyleyince farkettim ki, demek ki o an hakkaten mutluyum.o sırada, Nathan bana el ediyo uzaktan, bisikletin ustunden. gel diye sanki. kulagımdan cıkarıyorum kulaklıgı anlamak icin, -'vas-y on fait un p'tit tour du velo!' -nası yani arkana mı binicem ? diyorum, tabi diyo. hayatımda daha once hickimsenin bisikletinin arkasına binmedigimi farkediyorum. iniyorum tekneden, korka korka bisikletin arkasına oturuyorum. kulagımda hala bangır bangır sia. iki bacagımı da sagına atıyorum bisikletin, ellerimle Nathan'ın beline tutunuyorum. marinanin 1.20 enindeki daracık yolunda, iki tarafımız kanal, bildigin tırsıyorum. ama caktırmıyorum. - 'allez c'est parti!' - baslıyo pedalları cevirmeye, ben el yordamıyla kulagımdaki muzigin sesini biraz daha yukseltiyorum. Amsterdam'da bi aksamustu, teknelerin, kanalların arasında bir bisikletin arkasında kulagımda tam da o zamanın sarkısıyla ciglikla karısık kahkahalar atıyorum.
*
*
*
*
*
e ama simdi sen soyle, insan dedigin, hic aynı kalır mı?







Tuesday, June 21, 2011

17

dalmıs gitmisken, onumde 3 bilgisayar, 5 kitap sayfası acıkken,
hayatımda en son 2002 yazında gordugum eski bir universite arkadası,
hem de dunyanın ta obur ucundan,
bir sarkı koyuveriyor karsımda acik internet sitesine.

o kızı gormeyeli 10 sene olmussa, bu sarkıyı duymayalı rahat bir 15 sene olmus.
ne garip..
tam da bi isaret, bi parıltı, bi melegin kanadının cirpisini gormek isterken..
ne garip.
dinledim, mutlu oldum..
tam da buydu istedigim.
mutlu oldum.

Gece , sen karanlık bir bilmece
Görmeden sevdim dudaklarını
Bakışmadan bakıştık
Siyah beyaz seviştik üstelik
Ay tutulmuş üstüme
Bulut bir yandan
Yağmurda sırılsıklam
Hem de nasıl
Yıldızlardan fal tuttum
Unuttum desem yalan
Yalan desem aynada
Hem de nasıl
Nasıl ki uykular beni uyumaz
Su kandırmaz uyandırmaz
Nasıl ki tenimde yangın çıkar
Kimse bilmez
Karşı damda bir kedi
Üstelik... yaşım 17
Hem de nasıl..



Monday, June 20, 2011

"les nuits n'importe ou"


Take me to the place where you go,
Where nobody knows
If it's night or day;

Please don't put your life in the hands,
Of a rock and roll band
Who'll throw it all away...


Saturday, June 18, 2011

Sadede gelebilirim...


yanyana 4 masa, 4 masada da sadece kadın var.
20lerinde, 30larında, 40larında, sadece kadınlar.
bizde dahiliz o kadınlara, 20lerinde olanlar klasmanından.

yemek yiyoruz. yerken, yıllaar yıllar once, bi asagı sokakta oturup da konustuklarımızı hatırlıyoruz. sora simdiki bize donup bakıyoruz. hayat cok korkunc! diyoruz. cesaret lazım diyoruz. kime sorsan mutsuz oldugu seyleri sıralar durur, ama degistirmek icin bisey yapmadıgı surece ben onun mutsuzlugunu ciddiye almam diyoruz.

sarap, spaghetti, salata, hepsi bitiyo.
dısarda oturalim diyoruz, dısarı cıkıyoruz.
yalın'ın sarkısından acılıyo laf, telefondan youtube acıp bi kulak sende bi kulak bende, al bi kerede sen dinle yapıp, onumuzde tatlılar, sarkı dinliyoruz. arkadan kamyonlar geciyo, sozlerini duymuyoruz, olsun, dinliyoruz.

simdi ne icicez? diyoruz, haftanın 55inci mojito'sundan son dakika u dönüp sangriaya karar veriyoruz. hastaneler, sorumluluklar, işler, güçler, güç işler derken, abi atiye diye bi kız var, onun da budur diye bi sarkısı var! lafı uzerine, bi anda youtube'a atlayıp tekrar, bu sefer de atiye dinliyoruz. oturdugumuz yerden atiye'nin dansını yapmaya calısıyoruz, yapamıyoruz.

zaman ne zaman geciyo, saat ne zaman bu saat oluyo, anlamıyoruz.
"yavas yavas delirdim, kimse farketmedi" lafına, durup durup, surekli guluyoruz.
.
.
.
sadede gelemedim di mi?
.
sudur ki diyecegim, o masalarda oturan, 2o'lerinde, 30'larında, 40'larında olan kadınlar, bazen sandıgınız gibi hayatlarında baska hicbisey olmadıgı icin, yalnız oldukları icin, dertli oldukları icin, koca aradıkları veya kocalarından sıkıldıkları icin takılmıyolar birlikte. o masalarda oturan kadınlar o masada en katıksız, en kasıntısız ve en tasasız halleriyle olabildikleri icin, karsılarındaki kadınlar onu boyle anlayabildigi ve sevdigi icin, ve herkesin buna bazen cok ihtiyacı oldugu icin birlikteler.

"sen ne zaman sıkıntıda olsan, bloguna lise zamanlarıyla ilgili bisi yazıyosun, ben anlamıstım zaten..."

ben anlamamıstım bunu mesela... ama işte, anlatabildim mi?

Friday, June 10, 2011

Pick


Fast, cheap and good. Pick two.

If it's fast and cheap, it won't be good.
If it's cheap and good, it won't be fast.
If it's fast and good, it won't be cheap.


Tom Waits

Wednesday, June 8, 2011

The 10 principles of Dieter Rams


Good design is innovative.

Good design makes a product useful.

Good design is aesthetic.

Good design helps a product to be understood.

Good design is unobtrusive.

Good design is honest.

Good design is durable.

Good design is consistent to the last detail.

Good design is environmentally friendly.

Good design is as little design as possible.


Saturday, June 4, 2011

suffer in silence.

sol bastan:aysenaz,Costa,ipek,soley,dodo,sera

en ön değil, onun bi arkasındaki sırada gökçeyle ben.
ben defterin kenarına ıvır zıvır bişiler yazıp duruyorum, gökçe dünyanın en ufak harfleriyle not alıyo. aslında genele bakınca, en ciddi ikili biziz ortamda.
Costa tiz sesiyle birşeyler anlatıyo, Marco Aurelio'lar, Carlo Magno'lar.
henüz farkında değilim, italyanların dünyada herkese italyanca bi isim verdiğinin, Carlo Magno'nun Charles Magne'la aynı kişi olduğunun.
arka sıramda Dodo'yla Ipek.
Ipek altınbaşak yiyo, zira o zamanlar zayıflamak istiosan bildimiz sey dukan dieti filan diil, direk altınbaşak+ayran kombinasyonu; kantin style. Dodo dinler gibi yapıp dinlemiyo, bakar gibi yapıp görmüyo. sıranın altından test çözüyo belki. herkesin kafasında universite denince bir ampul yanıyo da, herkes bambaşka yöntemlerle kapağı atmaya çalışıyo.
onların da arkasında ayşenaz oturuyo, sanırım fal bakıyo. olmuş dördüncü sıra, Costa ayağa kalksa bile göremez onun sırasının üstünü, açmış kağıtları, uzun uzun bakıyo önüne. arada bir şakırdıyo kağıtlar, Costa'nın tiz sesinin içinde kayboluyo ses.

sora bi ara gökçe dürtüverio beni dirsegiyle, bakıorum bisi yazmıs bana, kimbilir ne sacma bisi, kimbililr ne. baslıyorum gulmeye. benim zaten italyan ortaokulu / lisesi catısı altındaki 8 senem sadece gülerek geciyo. gülüyorum, tutamıyorum kendimi. ses cıkmasın diye, - hala yaptıgım gibi- burnumu kapatıorum elimle, gülmem icimde kalsın diye. gökçe gülüyo, ben gülüyorum, alnımı dayıyorum sonunda sıraya, gorunmesin eblek gibi yuzum diye. arkadan dodo durtuyo, noluyo kizim diyo, gokce bu sefer yazdıgı notu onlara yolluyo, tabi ki onlar da baslıyo gülmeye. o yaslarda, o sıralarda, o zamanlarda, gülmek bulasıcı.
4 kişinin omuzları aynı anda gulmekten sarsılmaya, sesler hafiften yükselmeye, hareketler kontrolsüzleşmeye baslayınca, dikkati cekiveriyoruz ustumuze ;

"eehiiii, bimbee! soley! balkan!"

dönüyoruz önümüze, yüzümüzde hala salak bi ifade, gokce yokediyo notu ortadan.
benim elim hala denize atlicakmısım gibi burnumu tıkamakla mesgul. durmuyo ki gülmek denen meret bende. gözlerimden yaş geliyo kendimi tutmaktan. gökçe'ye bakıorum, kıpkırmızı olmus kendini kasmaktan, hic bakmasam daha iyi.
bakıyo ki sakinleşemedik hala, Costa çınlatıveriyo tekrar kulakları;

"Ehi bimbe! Soffrite in silenzio!"
*
*
*
itayan lisesi'nden bi kare çiz desen, bunu çizerim.
bi cumle sole desen, bunu soylerim.
ne ogrendin desen, bunu derim.
*
*
*
"soffrire in silenzio. "


Friday, June 3, 2011

48


öptü beni: "bunlar, kâinat gibi gerçek dudaklardır," dedi.
"bu ıtır senin icâdın değil, saçlarımdan uçan bahardır," dedi.
"ister gökyüzünde seyret, ister gözlerimde :"
"körler onları görmese de, yıldızlar vardır," dedi...


NHR

Thursday, June 2, 2011

VT

teşvikiye'yle valikonağı caddesinin kesiştiği, hem ışıkların olduğu, hem kaldırımın daraldığı, o hep bi kalabalık, o hep bi ağırlaştıran, o benim hışık hızındaki adımlarımı bile yavaşlatan, tam o köşede.
yürüyorum, kalabalıkta, kalabalıkla.
görüyorum; yıllardır orda, o hengamenin ortasında kucağındaki kutusundan sakız ve mendil satan amca, yine ayakta, gözleri görmemesine rağmen, bir adım sonrasında olan biteni farkedememesine rağmen, yine ayakta, yine kutusu kucağında.

acıyorum ya ben hep, herşeye, durduramıyorum ya bu hissi, içim buruşuyo yine onu görünce, "neyerneiçerailesivarmıdırnerdeyaşar" temalı sorular dönüyo beynimde.

bir sonraki adımımda, henüz geçememişken karşı kaldırıma, peri gibi bir kız geçiveriyo yanımdan, herkesin güzelliği kadar sempatikliğini övdüğü, gözlerinin içi gülen kızlardan; hani o dans yarışmasında birinci olup herkesi kendine hayran bırakan. bu kez ben, acımanın ağırlığından çıkarıp, onun zarafetinin hafifliğine dikiyorum gözlerimi.

tüm bunlar birkaç saniye içinde olup bitmiş, ben etrafımda olanlarla hissettiklerim arasında hızı orantılayamamışken, üçüncü sahneye şahit oluyorum, aniden. o peri gibi kız, gözleri görmeyen mendilci amcadan mendil alıyo, gülümseyerek, onunla kimbilir neler konuşarak, bir eliyle mendili tutuarken diğer eliyle de omzuna hafif hafif dokunarak..

tam bu sahnede, ne hissetmem gerektiğini bilmiyorum.

kızın içten gülüşü, amcanın hayatının zorluğu, omuza şefkatle dokunan elin zarafeti, mendili veren elin müteşekkirliği, kalabalığın ortasında bi an için duran hayat ve kör mendilci amcanın belki de hiç bi zaman o gün kimin ona öyle içten bakıp gülümsediğini bilemeyecek olması..

hangisine takılmam gerektiğini bilemiyorum.
hersey olup bitiveriyor hızla.
içime bir huzur gelip çörekleniyor.
yeşil yanıyor yayalara, geçiyorum karşıya.




Monday, May 30, 2011

CC

"Even Through the darkest phase,
Be it thick or thin,
Always someone marches brave,
Here beneath my skin.

Constant craving, has always been..."

hic anlamazdım bu sarkının sozlerini, bak bugun anladım.

Thursday, May 26, 2011

"herseyi tek tek anlat istiyorum...."




- "peki herseyi anladım da, sen nasıl dustun bu islerin icine?"
- "abi benim icine dusmedigim is mi var? "

*
*
*
herseyi ozetleyen diyalog bu olabilir. icine dusmedigim, burnumu sokmadıgım hicbisey olmadı için ve kendimi bu namı korumakla sorumlu hissettigim icin, bu haftasonu da Nil Karaibrahimgil'in son single'inin klip çekimleri için Lüleburgaz'daydım. yalnız degil tabi, klipte kullanılmak uzere 5000 çiçekle birlikte.

tarlaların ortasında geçen 48 saatin sonunda, yanmıs bir surat ve enseyle, ustu acık arabayla saatte 300 km'le gitmekten dugum dugum olmus saclarla ve tabiki dilimin ucundan dusmeyen, akıldan asla gitmeyen o sarkıyla, yorgunluktan bitap sekilde istanbul'a dondum.

spoiler vermek istemiyorum ama tadı şeker gibi olucak klibin..
bertolucci filmleri gibi, püfür püfür, yaz yaz, taptaze..arabamızın ustu acık, havamız aydınlık, yollar bizim, ozguvenimiz yerinde.
esas kız obsesif ama sevimli, esas oglan ilgisiz ama temkinli..
sarkı o kadar guzel ki, bir milyon kere dinlemeye ragmen, hadi calsın, hadi soyleyeyim hevesi.. set degisirken, biz bir tarladan bir tarlaya tasınırken, arabada bile calma istegi..

kamera arkası fotografları da koymuyorum, ilk olarak tamamlanmıs bitmis en guzel haliyle gorun klibi diye. sadece su kareler, tarlaların ucsuz bucaksızlıgını anlatsın diye..

biraz daha bekleyin, cok yakında seyredin, umur & gamze turagay'ı ve ekibinin ne sahane isler yaptıgını bi kere daha gorun!
*
*
*
"filan!.."

Wednesday, May 25, 2011

OA


"insanca özlemler dünyaya uymuyorsa, bozuk olan dünyadır, insanca özlemler değil."