Tuesday, December 25, 2012

rocket love


"tu m'as dit: 'je t'aime'
je t'ai dit: 'attends'
j'allais dire: 'prends-moi'
tu m'as dit: 'va-t-en' "

(F. Truffaut / Jules et Jim)
 ***


-yaşlı bir kızılderili ne kadar yanılabilir?
-bazen yanılabilir.
-bazen susar.
-bazen konuşmak ister.
-bazen dinlemek ister.
-bazen yanlız kalmak ister.
-bazen arkadaş ister.
-bazen gitmek ister.
-gider bazen,
-bazen gidemez.
-bazen hiç gidememekten korkar,
-bazıları sonsuz neşeye doyar,
-bazıları sonsuz geceye.
-bazen ölürsün,
-bazen ölemezsin, bazen tüm koaşullar uygunken bile ölemezsin
-bazen kendinden uzaklaşmak ister insan,
-bazen gidersin, sırf dönebilmek için,
-bazen ağlarsın baya -bazen ağlayamıyorsun baya, baya.
-bazen içiyorsun, bazen çok ama çok fazla içmek istiyorsun da bazen sen zaten içmeye gidiyorsun.

(T. Örnek / Kaybedenler Klübü)
***


istediğin kadar benzet renkleri, dokuları,
bazen apayrı herkesin hisleri, konuları.






Sunday, December 16, 2012

eye


bu fotoğrafa her baktığımda aklıma hep aynı şey geliyo;


"oysa ne çok ağladım ben,
bir damla yaş dökmeden."




satırlar: Özdemir Asaf
fotoğraf: Traer Scott

Tuesday, December 4, 2012

nedir?


Hayatta hangi yazıyı sen yazmış olmak isterdin diye sorsan, hiç düşünmem, bu derim. 
Bugüne kadar karşılaşmamış olanlar için, senenin son günlerinde, gözleri açmaya davet. 
benim kural 8 numaralı olan, belki biyerlerden hatırlayan çıkar. 
buyrun karşınızda, Cem Akaş'tan, 'bir ilişki nasıl olmalıdır', birinci manifesto


1. bir ilişki ilişmekle yetinmemelidir. kıyıya, köşeye, ucuna veya kenarına oturmakla, oturuyormuş gibi yapmakla gemi yürütülmez. üzerine oturulacak şey süngü bile olsa, tam anlamıyla oturmak şarttır. 


2. islak olmayan bir ilişki düşünülemez. 


3. aslında ilişki diye bir şey yoktur; her şey palavradır. iki insan ancak birbirlerine ilişmedikleri sürece birbirlerini yaşatabilir. birlikte değişim bir ortaçağ yalanıdır. 


4. olmuyorsa olmuyor kuralı: kelek kavuna şeker serpmek kadar anlamsız bir hareket daha bulunabilir, ama bu zor olacaktır. 


5. herkesin kavun yerine ayva yemeye hakkı vardır. 

6. duvar çentiklerinin gölgesinin derin olacağı unutulmamalıdır. 


7. söylenmeyen söz ağırlaşır. 


8. herkesin kendine ait bir karanlığı olması gerektiği, tartışılmaz bir gerçektir. 

9. bir ilişkide gerçek diye bir şey yoktur. dolayısıyla kaç kilo ettiği bilinemez. 

10. avukatlar ve polisler, sevgiyi mülkiyet kanunlarının hükmüne sokmakta başarısızlığa uğramaya mahkumdur. 


11. bedenlerin birbirine alışması söz konusudur. bu, beyinler için de geçerlidir. bu konuyla küçük mavi cinler ilgilenecektir. 


12. acı çektirme sanatı gün geçtikçe ilerlemektedir.her ilişkinin amacı, bu sanatı kusursuzluğa ulaştırmak için çabalamaktır. 


13. her insanın duvarları vardır. her duvarın gedikleri vardır. ilişkide dürüstlük, insanların birbirlerine verdiği ve bu gedikleri gösteren haritaların doğruluk derecesiyle orantılıdır. orantı sabiti 1.7’dir. 


14. duvarlara işemeyiniz. 


15. her insanın paspas olmaktan sıkılmaya hakkı vardır. 


16. beklemek erdem değil, çaresizliktir. 


17. insan temelde yalnızdır. üst katlar için kesin bir şey söylenemez. 


18. yalnızlık paylaşılmaz. paylaşılırsa raconu kalmaz. 


19. erken kalkanın kahvaltıyı hazırlaması, uzun vadede bir ütopyadan ibarettir. 
20. in the long run we are all alive. 


21. insan tek başına da sıkılabiliyorsa bu becerisini geliştirmelidir. 


22. aslıda ilişki diye bir şey vardır. her şeyin palavra olması hiçbir şeyi değiştirmez. aşk her ilişkide bir olasılıktır. yaşam da her ilişkide bir olasılıktır. dolayısıyla aşkın ne olduğu bilinmemekle birlikte yaşam aşktır. bu madde, 3. maddeyle çelişmez. 


23. diğerinin bokunu temizlemek, aşkın varlığını kanıtlamaz. diğerinin aşkını temizlemek, bokun varlığını kanıtlar. 


24. metal yorgunluğu, uzun süre sıkılı kalan bir vidanın ya da bükülü duran bir levhanın yorulup kırılması gibi bir şeydir. aynı paralelde ilişki yorgunluğundan söz edilebilir. 


25. ilişki, il-iş-ki değildir. fazla mesai ücrete tabi değildir. görev bilincinizi götünüze sokunuz. 


26. ilişkilerde eşzamanlılık olanaksızdır. herkesin zamanı kendine göre işler. ortada tek bir dağın olması, değişik açılardan bakıldığında değişik şeyleri görüldüğü gerçeğini değiştirmez. 


27. rüyalar, anılar kadar önemlidir. tabiri caizdir. 


28. herkes kendi efsanesini kurmak ve yaşatmakla yükümlüdür. ancak bireysel efsaneler var olduğunda ortak bir efsane oluşturulabilir. 


29. dil, iletişim kurmak için başvurulacak son amaçlardan biri olmalıdır. bir çelişki gibi görünse de konuşmak şarttır. bu, koklaşmanın ve telepatinin önemini hiçbir şekilde yadsımaz. 


30. yolların uzun ve ince olması, üzerlerinde gündüz-gece gidilmesini gerektirmez. 


31. her son’un nasıl olacağı en başından bellidir. 


32. eğer bir ilişkinin bitmesi mümkünse bitecektir. 


33. bunun birinci manifesto olması, ikinci bir manifestonun olmayacağı anlamına gelmez.


hadi şimdi tuttuğunuz nefesi verin ve olan biteni gözden geçirin.
hiçbişey aynı kalmayacak. kalmamalı. e kalmasın da.


M2


önce Tanrı kadını yarattı.
sonra o kadın gitti, Marcel'i yaptı.
gökten üç elma düştü,
biz yemeyip yanlarında yattık.

(elmaların değil, Marion'la Marcel'in)




Thursday, November 29, 2012

renard

Aslında bir insanı değil,
çoğunukla günleri, yılları, zamanları, dönemleri, çağları özlüyoruz.
o zamanların bize iyi davranışlarını, 
o yılların içimizi ısıtışını,
o çağların bize kendimizi hatırlatışını özlüyoruz.

kendimizi, aklımızı ve en önemlisi kalbimizi kandırmayalım. 
asıl özlenen görülen değil, görülmeyip hissedilen.  




Tilki'nin de dediği gibi;
"İl est tres simple: on ne voit bien qu'avec le coeur. L'essentiel est invisible pour les yeux."

Tuesday, November 20, 2012

4 fikir 1 cenaze


"muhakkak ki bütün insanların birer ruhu vardı, ama birçoğu bunun farkında değildi ve gene farkında olmadan geldikleri yere gideceklerdi. bir ruh, ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden, meydana çıkıyordu... biz ancak o zaman sahiden yaşamaya, -ruhumuzla yaşamaya- başlıyorduk."


***

enteresan durumlar; dönem dönem, içinde bulunduğum ruh ve duygu hali, aklıma bazı belirli şarkıları getiriyo. bir yerde duyduğumdan, özlediğimden, veya hatırladığımdan diil, sanki düşünce ve hisler aklımda ve kalbimde yer ettikleri süre boyunca kendilerine yakın hissettikleri şarkıları dinlemek istiyolar ve bana hatırlatıyolar. el mahkum. bu aralar içimde sürekli 'baby it's cold outside' çalıyo. söylemeye gerek yok herhalde, konu havanın soğukluğuyla doğru orantılı değil, zaten ben sürekli üşüsem de hava soğuk bile değil. sadece bu aralar içimdeki hisler, bu şarkıyı dinlemek istiyo. 


***

Güven Eken, geçenlerde twitter'a "bu ülke zenginleşti ama bereketi gitti" yazmıştı, o gün bugün ara ara aklıma geliyo bu sözü. hem çok doğru, hem çok acı, hem de aslında sadece bir ülkeyle ilintilenemeyecek kadar geniş bir durum bu. yaptığın işin, söylediğin sözün, kurduğun ilişkinin ve paylaştığın yemeğin zenginliği değil, bereketi aslında, herşeye şekil veren. paylaşılmayan, kimseye faydası dokunmayan, çoğaldıkça altında ezildiğin zenginlik, ister işte, ister aşkta, ister tabakta olsun, buralardan uzak olsun. meşgalen de, sözlerin de, hislerin de, ekmeğin de, bir diğerine dokunabildiğinde gerçekten varlar. çünkü aslında sen birilerine dokunabildiğinde varsın. dokunamadıkça sahip olduklarınla kendi kendine sarılırsın. o da, bence hiç olmasın.

***

Bugün papaz dedi ki;"vahşi bitkiler vardır, siz hiç beklemezsiniz ama, onlar da çiçek açar. sonra bir gün bir rüzgar eser, alır götürür o çiçeği. Tanrı'nın Krallığı'nın kuralıdır bu; o rüzgar hepimize bir gün esecek, kimimize geç, kimimize erken."
ben de derim ki; rüzgardan korkmaktansa, biz o esene kadar sularla akalım, akalım, akalım, yolumuzu buluruz. hem bulup bulamadığımızı nerden bilicez ki, vardığımız, bulduğumuzdur. hayat kendimizi de, birbirimizi de yormak için çok kısa.

***

timing is everything. 

***




*kürk mantolu madonna
foto: andre kertesz

Tuesday, November 13, 2012

w/u





ünlü ozanımız Tarkan'ın da dediği gibi;

"muhafazakarlığı fazla abarttık!"

Monday, November 12, 2012

kardan kadın


baştan kabul, isim fena.

ilk defa konserde duydum, Kenan henüz çıkmamış olan albümünün şarkılarını söylüyodu, bunu da söyledi. bayılmadım da, ilk dinlediğimde. yer etmedi aklımda.
sonra sonra, biraz orada biraz burada duya duya sever oldum.
hatta hala, baştan sona bayılmıyorum şarkıya, ama o ortadaki dört satıra ölüyorum, bitiyorum.
bana mı söyleseler, ben mi birilerine söylesem, karar veremiyorum.
her seferinde bir tarafım acıyor, birilerine yalvarır gibi söylüyorum sanki. görsen, çok da içli söylüyorum ama üzülmüyorum da söylerken. bi garip.
ne kadar arabesklik toplanmışsa içimde bir yerde, her seferinde meydanlara döküyorum bu şarkıyla.
sanki ben burdayım, sen ordasın, biliyorum, biliyosun, ısıtırım, eritirsin, herşey bir tenhaya bakar, farkındayız der gibi.


ne tanıdık.

4



ne anana babana, ne eşine dostuna;
başkalarına ne desen yalan,
sen kendi kendine itiraf edemedikten sonra.

Sunday, October 28, 2012

hallelujah.

kendimizi sahip olduklarımız, olamadıklarımız, elde edebildiklerimiz ve ele geçiremediklerimizle oyalarken ömür boyu, aslında farketmeliyiz ki, biz insanız.
tek kelimeyle, tüm basitliğiyle ve düşünmediğimiz tüm karmaşıklığıyla.

ister topraktan geldiğimize inan, ister maymundan. ister zaman yoketmiş olsun kuyruklarımızı, ister kaburga kemiğinden bölüşmüş olalım birbirimizi. hepsi tamam.
hangisine inanırsan inan, aslında hepsinde aynı şeyi söylüyoruz, biz bu gezegenin bir parçasıyız.
ömrümüz boyunca bu devasa mıknatısın üstünde oturuyoruz, ondan geliyoruz; ondan alıyoruz, ona veriyoruz. onun etrafında dönen ne varsa bizim de etrafımızda dönüyo, onun içi ne zaman fokurduysa biz de sarsılıyoruz, ve aslında kanımızda dolaşan, kemiğimizi kemik, iliğimizi ilik yapan ne varsa, hepsi bu yer kürenin yapıtaşları. onun dönüşmesi demek, senin dönüşmen demek, onun havası demek senin nefesin demek, onun suyu demek, senin yüzde yetmişin demek. 

kendimizi daha çok farketmemiz lazım. ne olduğumuzu daha çok hatırlamamız lazım. dolunay olduğunda hafif sarsak olmak, yağmurdan önce sızlayan dizlerle dolaşmak, lodosta baş ağrısıyla uğraşmak ve o yağmur nihayet geldiğinde o ağrıyı onunla akıtmak, 
çok mu yabancı sana?
sanmam. 

hala kabile hayatı yaşayan insanların, büyük şehirlerden delice korkanların, 120 yaşına kadar sapa sağlam ayakta kalanların bildiği birşey var. o şey, tam da bizim unuttuğumuz şey.

üzerinde yeşerdiğin toprakları, içine çektiğin nefesleri hafife alma, onların hepsi sensin.
bir gaflete düşüp onları küçümsersen, tahmininden daha çok şeye ayıp edersin.
ama diğer yandan, 'insan olan kendini' de o kadar ciddiye alma. 
konuşabiliyor olman, düşünebiliyor olman, seni mantıksal düzlemde ayırsa da diğerlerinden, aslında uzayıp giden selvilerden ve akıp giden nehirlerden hiçbir farkın yok, bilmelisin.

ve çok geç olmadan kendine hatırlatmalısın;
sen ne işin, ne giydiklerin, ne gördüklerin, ne evin, ne arabansın.
sen içine çektiğin nefes, dokunduğun toprak ve paylaştığın sevgi kadarsın.






Avatar'da bi tree of souls vardı, hatırlar mısın?
herşey orda ortada aslında, herşey orda gizli.






Wednesday, October 24, 2012

-


beni bilen bilir, çok ağlarım, çok çabuk ağlarım.
ama böylesini daha önce yaşamadım.
dün gece uykumdan kendi ağlama sesim yüzünden uyandım.
hıçkıra hıçkıra ağlıyorum, gözyaşlarım enseme kadar inmiş, yastık bildiğin ıslak.

rüyamda son gördüğüm kareyi hatırlıyorum; birileri "ege'ye söylemeyin hemen" diyo, ben onu duyup, içimden "zaten biliyorum ben" diye geçiriyorum. sora merdivenlerden aşağı iniyorum, ananemin evindeyim, köşedeki koltuğa oturup, dizlerimi karnıma çekiyorum. karşımda birileri oturuyo, ben hiçbir şey söylemelerine fırsat vermeden deliler gibi ağlamaya başlıyorum. muhtemelen o deliler gibi ağlamam gerçekte de vuku buluyor, buluyor ki, kısa süre sonra ben kendi sesime uyanıyorum, rüya bitiyo.

sonra bi süre, uyuyamadım.
rüyanın başını hatırlamaya çalıştım, sadece olayın kendisini hissettim bi yerlerde, insanları bir de;
gerisini hatırlayamadım.

sonra sabah düşündüm,
nasıl bir rüzgar ki bu,
gündelik örtülerle örttüklerimizi çıkarabiliyo ortaya, geceleri?
ve nasıl bir düzenek ki bu, beynimiz, kalbimiz ve arasındakiler,
sadece saf bilgiye hakim; kandırmak olmuyo hiçbirini.

"söyleseler inanmazdım" dediğin şeyler var ya,
söyleseler inanmıyosun evet ama,
başına gelince anlıyosun;
hiçbişey o kadar imkansız,
hiç kimse o kadar bağımsız,
ve hiçbir değişim o kadar acısız değil aslında.

şu kıza küçükken demeliymişim ki,
sen sen ol, hiçbişey tutma içinde, bağır çağır.
çünkü bak, ses veremediğin her kelime, 
bi gece gelir, seni, senin sesinle uyandırır!








attitudine


başın üşüyosa şapka takıcaksın.
orda o düğme varsa, gömleği boynuna kadar ilikleyeceksin.
çiçeğini saman kağıda sarmakla yetinebiliceksin,
ve, çantan Hermes bile olsa, onu naylon torba gibi taşımayı biliceksin.


moda hiçbişedir,
attitude herşey.


via sartorialist

Wednesday, October 17, 2012

A TE!



bazı zamanlar, bazı günler, bazı aylar, bazı anlar,
üstüne ne kadar çok bassan, ne kadar çok düşünsen ve ne kadar çok yorsan da,
hep tam da o an, tam da aynı zaman.

Lorenzo'nun puantiyeli çorapları gibi,
bu şarkıyı basbas bağırarak söylediğim Lorenzo konseri de,
dün gibi.

ve Lorenzo'nun payetli ceketi gibi,
benim için de hayat, bazen payetli, 
bazen puantiyeli.


bu şarkı,
payetli zamanların tam da en ortasının şarkısı.
bu şarkı,
güneşin bile payetten olduğu zamanların şarkısı.


bu şarkı,
hayatımda duyduğum en güzel aşk şarkısı.



"a te che sei il mio amore grande ed il mio grande amore."






Monday, October 15, 2012

Thursday, October 4, 2012

ves


meraba ben ege,
bu da dün çektirdiğim vesikalık fotoğrafım.

 evet ben de sonra farkettim,
biraz gergin çıkmışım. 

biraz zor bi gün oldu da...







Wednesday, October 3, 2012

cara


'Nasıl saat günün bir parçasıysa ben de öylece bütünün bir parçasıyım. Saat gelir geçer, ben de gelir geçerim. Görevim elimde olanı yapmak ve üst yanına kulak asmamaktır. Deniz yolculuğuna çıkarken gemiyi, kaptanı ve mevsimi seçerim. Bu benim işimdir. Yolda bir fırtına koparsa asla umursamam. Bu benim işim değildir. Kaptanı seçmek benim elimdedir, fırtınayla uğraşmaksa kaptanın elindedir.  Bilgelik, bizim olanı ve olmayanı bilmek, ona göre davranmaktır. ''







Epiktetos

Monday, October 1, 2012

tu peux?



cumartesi günü, sanırım yüksek ateş yüzünden, beynimde ufak bir kısa devre oldu, bir anlık.
kaç yıldır dinlemediğim, bildiğimi bile unuttuğum bu sarkı çınlamaya başladı kulaklarımda.
bir anda. hiç yoktan.
korktum; ne olduğunu da hatırlayamadım, sadece çalıyordu, sözlerini yarım yamalak biliyordum, ama kendimi durduramıyordum, söylemem, söyledikçe açılmam ve hatırlamam lazımmış gibi, kendi kendime söyledim, söylendim, ve evet, sonunda kelimesi kelimesine hatırladığımı farkettim.


uyarmalıyım;

eğer unutamadığınız biri varsa,
eğer aşık olduğunuz kişi ulaşılmazlardaysa,
eğer toparlanamaz ve başkasını sevemez durumdaysanız,
eğer umutsuz ve uykusuzsanız,
eğer bütün ümitler gömülmüş, bütün davalar görülmüş, bütün ömür çürümüşse,

bu şarkıyı dinlemeyin!


yok bana koymaz derseniz, gelin burdan yakın. 
karşılıklı bi rakı koyalım, rahmetlileri analım. 


Thursday, September 20, 2012

16

yıllar önce, odamın duvarına bi cümle yazdım:

"you never seem to wonder, how much you make me suffer".


zavallı halimi bundan daha iyi anlatan bir cümle yoktu o zaman.
karasevdanın ateşinden yataklara düşmüş, geceleri uyuyamaz, gündüzleri ondan başka şey düşünemez olmuş, onsuz nefes alamayacağıma adım gibi inanmıştım. işin fenası, onun tüm bunlardan haberdar olup hiçbirşey yapmıyor oluşuydu. ya da o zaman, benim için işin en fena tarafı buydu.

onca yıl sonra, o yazı bu sene silindi duvarımdan.
'söz uçar yazı kalır', büyük yalan!
ben onun bana söylediği hiçbir sözü unutmadım,
ama o cümle uçtu;
ne duvarda izi kaldı, ne hayatımda doğruluğu.

şimdi bakıyorum da,
farkında değiller ama,
benim ateşim bir  kere çıkmış, bir kere üşütmüşüm, bir kere ağlamışım.
midem bir kere burkulmuş, kulaklarım bir kere uğuldamış, gözlerim bir kere kurumuş.
hepsinden sonra bir daha beni ne yağmur ıslatabilmiş, ne rüzgar düşürmüş, ne güneş yakmış.

şimdi bakıyorum da,
'nasıl böyle olabiliyorsun' sorusunun cevabı, yıllardır duvarımda saklıymış.
onun farketmediğini sandığım acılar, ne ondan bağımsız, ne de düşündüğüm gibi yararsızmış.

onun benim içime kazıdığı sayesinde,
ben asla arkasına bakmayan bu insan olmuşum.
onun benim içime kazıdığı sayesinde,
ben elime ola kala'yı kaziyabilmişim.
çünkü onun sayesinde ben,
bir sonraki anımdan emin olmamayı, ama bu anımın herzaman en iyi! olduğunu bilmeyi öğrenmişim.

kimse değilse bile,
eminim o farkında.
kesseler acımaz derler ya,

Saturday, September 15, 2012

Kimse.

"



bazı şarkıların tek sahibi vardır,
bazı şarkıları kim söylerse söylesin, şarkı, sahibinin sesini andırır.


"seher yeli eser yırtar eteğini gülün, güle baktıkça çırpınır yüreği bülbülün."

Tuesday, September 11, 2012

QT?

karşısına bir fotoğraf çıkıverdi, günlerin birinde.
üç kişi vardı fotoğrafta, yanyana, bir kapının önünde yere oturmuş üç kişi.

düşündü, fotoğrafın çekildiği gün, hiçbirini tanımıyordu o insanların.
o evin neresi olduğunu, o kapının nereye açılıp nereye kapandığını bilmiyordu.
tamamen yabancı, tamamen başkasıydı onlar o zaman.

sonra zaman geçti. arada bi yağmur yağdı, ara bi güneş açtı, arada bi rüzgar esti.
insanları sağdan sola, doğudan batıya sürükleyen rüzgarlar esti.
sözler verildi, sözler tutuldu, sözler yutuldu, sözler unutuldu.
yüzler geldi, yüzler geçti.

***
düşünürken buldu kendini, günlerin birinde.
tanıyordu artık hem o üç kişiyi. o kapıyı ve o kapının olduğu evi.

biriyle, az zaman ama çok kelime paylaşmışlardı. en son onu tanımıştı bu üç kişi içinde, ama rüzgarlar çoğunlukla aynı yöne, aynı insanlara doğru esti ikisi içinde. hep aynı masalarda buldular birbirlerini, hep aynı müziğin altında, hep aynı kışın soğuğunda. bir kış geçti; bir kışta çok akşam geçti. geçen akşamlar çoğunlukla gürültülü geçti. kış bitti, yaz geldi. kış biterken ve herkesten birşeyler götürürken, onun yanına birini getirdi. kim derdiki , o fotoğraftaki o, aslında, gerçek arkadaş olmaya çok yakındı.

biriyle az zaman ve az kelime paylaşmışlardı. çok uzun bir dönemin içinde çok az zaman ve çok az cümle. aslında hep başkalarıyla bölüşülen zamanların içinde karşılaşmış, başkalarının konuşmalarına cümleler eklemişlerdi. ama sonra bir gün, hiç beklenmeyen bir yerde, hiç beklenmeyen konular açmışlardı. sadece ikisi, hiç kimsenin kurmasına gerek kalmadan, kendi cümlelerini kurmuşlardı, ilk kez. zaman hızlı geçmiş, ama kelimeler tükenmemişti. sanki bunca zaman bölük pörçük anlatılan, konuşulan, başı sonu olmayan herşey tamamlanmış, konuşulmuş, anlaşılmış, tamamlanmıştı.
masadan kalktıklarında, sarıldılar, biri diğerini uğurlarken, giden kalana 'ne kadar iyi oldu seninle konuşmak' dedi. beklenmediklerin aslında bazen beklenmeye değer olduklarını farkettiler. kim derdi ki, o fotoğraftaki o, artık gerçekten konuşan biriydi.


biriyle, cok zaman ve çok kelime paylaşmışlardı. en çok şeyi onunla paylaşmıştı ya, ikisi de kendilerini paylaşmayı sevmezdi aslında. kendilerini birbirlerine sorar, cevaplarıyla ilgilenmezlerdi sonra. günler geceleri kovaladı; günler hep ağır, geceler hep çok hızlıydı. günler hep çok sessiz, geceler hep çok gürültülüydü. ve günler hep çok ağırbaşlı, geceler hep çok sarhoştu. 'başka bir hayat mümkünmüş' dedi biri diğerine, 'aslında hayat hep aynı hayat, istesek de başkası olamıyor' diye cevap vermişti diğeri birine. biri için umut, diğeri için umutsuzluk kaçınılmazdı; biri için gelecek ve yapılacaklar vardı, diğeri için gidecek ve kaybedilecekler. varolan bişeyler vardı evet, ama varlığına inanmak istemedikten sonra hiçbirşey fazla ayaka kalamazdı. o yaz fırtınalı geçmişti. fırtına üç ay sürdü, tozu dumana kattı. sonra sonbahar geldi, hava duruldu. kumlar dibe çöktü, rüzgar söndü. çok söz kaldı söylenmeyen, ve paylaşılanlar hep  karanlık köşelere saklandı. kim derdi ki, o fotoğraftaki o, tüm kibirine rağmen, aslında  liğme liğme kırılgandı. 

o kapıyı çok açıp kapattı sonraları. 
çoğunlukla gece, çoğunlukla sıcak, çoğunlukla hayal meyal.
ve o evin önünden çok geçti sonraları,
kiminde girdi, kiminde durdu, kiminde baktı, geçti.

fotoğrafın çekildiği gün tanımadığı ev,
bugün yine tanımadığı birilerinin.


zaman geçti. arada bi yağmur yağdı, ara bi güneş açtı, arada bi rüzgar esti.
insanları sağdan sola, doğudan batıya sürükleyen rüzgarlar esti.
sözler verildi, sözler tutuldu, sözler yutuldu, sözler unutuldu.
yüzler geldi, yüzler geçti.

o evden, o üç kişi, geldi, geçti.










"yıllar önceydi, çok da güzeldi, şimdi düşününce.."








Monday, September 10, 2012

telling stories

umma bulma / etme bulma
hikayeleri mi,

kırıklıklarımız mı,
yapıştırdıklarımız mı,

bizi bazen gerceğin, gerçekliğine inanmaktan alıkoyuyo?
umulanla bulunanın terazisinde hep bir tarafın çok ağır bastığına bizi yıllardır, 
kim inandırıyo?


hayat bir ara, "sadece bir histen ibaret" değil miydi?
hisler ve yarattıkları,
herşey bizim için değil miydi?
ve biz, hissediyorsak,
zaten var, zaten yaşıyor olamaz mıydık?
olamaz mıyız?

neden bunca örtü?



***



yıllar önce Can odamdaki duvarımı görünce hangi kafada yazıyosun bunları demişti.
bunu görse yine der sanki. o zaman da demiştim, bendeki kafa doğuştan, siz uğraşa durun. 

don't let me go


Wednesday, September 5, 2012

Monday, September 3, 2012

lucid





"the worst mistake that you can make
is to think you're alive
when really you're asleep
in life's waiting room."*



bu esen rüzgarların, içerideki odadan esmediği ne belli?
fazla ciddiye alma, ne hayatı ne kendini.




*waking life'tan

Saturday, September 1, 2012

büyükadam değil fresk




rüyalarımı anlatmayı sevmem.
hele rüya dinlemeyi, okumayı hiç sevmem. acaip sıkılırım. 

ama 2 gece önce bi Dila'nın evlendiğini, bi de Kaan'ın yeni bi ev aldığını gördüm rüyamda.
aman allah o ne düğün, ve o ne ev, ne freskler, ne renkler. 
ikisine anlattım rüyalarımı, o kadar gerçekti ki aslında herşey, bilmeleri gerekiyodu. 
bütün gün de o güzel renkler ve şenlikler döndü beynimin içinde.

dün gece ama, yine o büyük adamı gördüm rüyamda.
ara ara oluyo, ara ara görüyorum onu, bilmiyorum kim ama, yolda görsem tanırım.
çok büyük,  cok büyük bi adam. korkutuyo beni.
yattığım yatakta yanımda gördüm hatta, sonra kalktı içeri geldi benimle, ben tedirgin, telefonumu ararken fellik fellik, -sanki napıcaksam telefonla?-koltuğun arasına sıkıştığını gösterdi bana. 
iyi mi kötü mü karar veremediğim büyük adam, çok korkuttu beni yine dün gece. 



Monday, August 27, 2012

Şimdi





eskiden hep giderken olsam derdim,
bilmedigim oralari ozlerdim.
nedir donerken, nedir aksam
bilmezdim, bilmeden gulerdim.

baska, hep baska bir yerde olsam.
o gelir beni bulur derdim.
icinde neler olup olmadigini dusunmeden,
evlerin, evlerin arasından gecip giderdim. 



ÖA





*fotoğrafı birkaç ay önce Şimdi'de otururken çekmiştim; akşamüstü 6'da 'yarım saat kalıp kalkıcam'  diye girip, gece 1.30'da hala aynı minderde oturup kaldığım Şimdi'de. Sanırım bazı sandalyeler, bazı ara sokaklar ve bazı yerler bizi daha iyi hissettirmek için var. Doğru kombinasyonu bulduğunda tadından yenmiyor. 

Friday, August 24, 2012

24



bugün düşündüm ki, 
ara ara bize sorulmalı, anlattırılmalı, düşündürülmeli; 

şu anda, tam bugün bu saniye tükettiğin hayatın rengi ne?
kokusu nasıl? ağır mı, hafif mi? 
yorgun mu, dinç mi? gündüz mü gece mi? sıcak mı serin mi?
fonda ne çalıyo, yanından kimler geçiyo?
dokunsan batar mı, yumuşak mı, paslı mı? sarılsan ona, o da sana sarılır mı, yoksa yarı yolda bırakır mı?

peki ya,
onu birine hediye eder misin şansın olsa, ya da atar kaçar mısın; yoksa kendine mi saklarsın? 


***

aşkın içine bak, en güzeline, hem var hem yok mu, bile bile.

anlamayıp sevdiğim cümleler var. 
anlayıp sevemediğim insanlar gibi. 
bazı şeyleri anlamamalı, bazı şeyleri yormamalı. 
bazı şeyleri bilmeli, bazı şeyleri sormalı. 


***

sordum kendime bugün; 30 yaşıma bastığım gün:

şu anda bugün hayatım uçuk yeşil, ara ara beyazlaşıyo hatta, güneşten çok fazla açılmış sarı çocuk saçları gibi. sıcak kokulu, tanıdık, sanki mandalina aromali. ama hafif, çok hafif. hayır yorgun değil, dinç de değil ama, sakin daha ziyade. herşeyin zamanı var der gibi. bekle der gibi. gündüz. sabah saatleri, öğlen olmadı daha. sıcak. esintili bi sıcak.
fonda chat baker çalıyo sanki, ve yanımdan geçenler sayıca öyle çok değiller. bildiklerim ve sevdiklerim. hissediyorum ki, sanki kime elimi uzatsam, tutacak elimi. havada kalmayacak ellerim ve ümitlerim.
dokunsam, hayır batmaz. biraz pütürlü sanki, kaygan değil, ama temiz.
sarılsam, hayır bırakmaz. o da bana sarılır, eminim.

ve, onu birine hediye edecek kadar değerli buluyorum evet, ama henüz ben çıkarıyorum tadını, şimdilik bana kalmalı.

***


insan ara ara yoklamalı kendini,
var mıyım, varlık mıyım?




Monday, August 6, 2012

kış



biliyoruz neyi bölüştüğümüzü, konuşmasak da.





 turgut uyar



Thursday, July 26, 2012

my atoms came from those stars...





bu video'yu her izlediğimde aynı anda hem gözlerim doluyo,
hem kocaman bi gülümseme yayılıyo suratıma.
ve sıcacık bir güven, çörekleniveriyo içime.

hem aklımdan uçup gitmesin diye,
hem belki size de dokunur diye.

ilk defa birsey dokununca, iyi geliyor çünkü...

Thursday, July 19, 2012

lipstick!





sayın üst düzey yetkililer,

lütfen sadece televizyonda değil, kendi etrafımızda da görmek isteyeceğimiz insanlardan 3er 5er klonlayıp diğer ülkelere salıverin.
mesela bu çirkin ama ultra karizmatiklerden başlayabilirsiniz.
insan fazlalığı olur derseniz de,
sayıyı azaltmaya bu ultra karizmatik adamın ultra antipatik karısından başlayabilirsiniz.

saygılarımla,
ege soley

Wednesday, July 18, 2012

me, myself, more.


cumartesi sabahı 6'da uyanıp, 'ne güzel haftasonuna erkenden başladım' diye heyecanlanıp, sonra 11'de tekrar uykusu gelip akşam 6'ya kadar uyuyan s'dan daha eğlenceli bir konumuz olmuyor bazen, bir araya gelince. 

insanın uykuyla olan ilişkisi de, biraz kendisiyle olan ilişkisine benzemez mi?
ama ya da;
insanın kendisiyle her zaman gerçek bir ilişkisi olur mu ki
yoksa alınan ilk nefesle, verilen son nefesin arasındaki her an kendi kendine zorunlu bir ilişme midir, kimimizin bir türlü kabullenemediği?

kendisiyle ilişemeyen insanlar var evet. belki sen de oluyorsun ara ara öyle, eminim ben de.
cumartesi sabah 6'da seni hayat heyecanıyla kaldıran da sensin, aynı heyecanı 11'e kadar sürdürebilen de.
ve evet, seni erkenden uyandıran sana sarılırken sabahları beyaz çarşaflarda, saat 11'de, seni kimin uyuttuğunu bilmez gibisin, bıkkınlıkla ve çoğunlukla.

***
bu aralar yediyirmidört sex and the city izliyorum. 
herkesin hayatla başetme yöntemleri farklı, benimki de bu aralar oldukça Samantha, el mahkum Charlotte, hafif Carrie, az biraz Miranda. 

Oldukça Samantha evet, çünkü binlerce kez izlediğim her bölümün tamamında beni sadece Samantha anlamayı, anlatmayı ve pek tabii ağlatmayı başarıyo. her seferinde. 2 gün önce yine. bilen bilmeyene anlatsın; Samantha ve Richard. New York'un herhangi bir kulesinin roof'unda havuzda geçen gecenin sonunda, gün ağarıyo. havuzdan çıkmış bornozlu Richard, by your side'ı çalıveriyo birdenbire. dans etmeye baslıyorlar, ıslak saç, çıplak ayak, beyaz bornoz ve New York manzaralı ağaran gün  kombinasyonunda. Samantha son atımlık kurşununu kullanıp elini Richard'ın karnından aşağı indiriyo ama, Richard o eli alıp kendi omzuna koyuyo. ve birkaç saniye ne yapacağını bilemeyip afallayan Samantha sonunda pes edip başını yaslıyo onun omzuna. tam ordaki bakış işte, pes ettim bakışı. seviyorum evet bakışı. son kurşunu işe yaramamış boş bir silah, nihayet aşık bir Samantha ve arkada Sade. 

her sefer, tam bu 2,5 dakikada kendimi kaybediyorum. gözümde gözlük, elimde yarısı ısırılmış kayısı, boynumdan aşağı akmış yaşlar. bu seferkinde başımı aynaya çevirdiğimde kendimi böyle buldum. şaşırdığım buna bu kadar ağlamam değil, buna bilmem kaçinci defa bu kadar ağlamam. 

***

bence kabul edelim artık.
hepimizin, bizi sabah 6larda yaşamaya acele ettiren bir cocuk tarafı, bikac saat sonra hevesi kaçıp uyutan bezgin bir ruhu, nefs-i müdaafa için her seferinde elimizi silaha uzattıran ebedi bir korkusu, vazgeçmemek gerektiğini inatla hatırlatan bir başöğretmen disiplini ama son kurşunumuz boşa gittiğinde artık pes etmek gerektiğini hatırlatan bir yumuşak karnı ve her kim olursak olalım yaslanacak bir omuza zaman zaman hepimizin ihtiyacı olduğunu itiraf eden bir insanlığı var. 

bence kabul edelim artık. 
hayat;
korktuğumuz ama kaçmadığımız, 
yenildiğimiz ama vazgeçmediğimiz
pes ettiğimiz ama dayandığımız
kadar var.

gerisi, rüya...

***

şefin tavsiyesi fon müziği: sophie milman-back home to me