Tuesday, December 20, 2016
Tuesday, December 13, 2016
Y
bazı yazıları gereğinden daha erken yazmak da öyle.
anlamıyorsun çünkü.
ve anlatamıyorsun çünkü.
anlamıyorsun.
aklın toy, fikirlerin filiz. ellerin bile doğru düzgün tutamıyor kitabı, düşürüp duruyorsun.
zaten yakışmıyor da eline. olmuyor, okuduğunu sanıyorsun ama sadece bakıyorsun.
yazık ediyorsun. farkında değilsin, çok yazık ediyorsun.
bitiriyorsun, aferim sana; anladığını sanıp, yüzünde koca bir gururla kapağı kapatıyorsun.
üst raflardan birine, nasıl olsa bir daha ihtiyaç duymayacakların köşesine yerleştiriyorsun.
okudum sanıyorsun, yazık ediyorsun. farkında değilsin, çok yazık ediyorsun.
anlamıyorsun.
ve anlatamıyorsun.
üzerinden henüz bir kaç ay geçmiş, belki o kadar bile değil.
her gün başka şekil alıyor zihninde anlar, her gün aslında başka şey hatırlıyorsun.
sağa sola anlatıyorsun tamam, ama hayır, yazamıyorsun.
hep bir eksik var, hep bir fazla var, sen göremiyorsun.
heyecanlısın anlıyorum, ama hayır, anlatamıyorsun.
yazık ediyorsun. farkında değilsin, çok yazık ediyorsun.
son noktayı da koyuyorsun, belki de koca bir ünlem, aferim sana, pek beğeniyorsun.
şimdi artık okusunlar diye, beğensinler diye tırım tırım bekleniyorsun.
yazdım sanıyorsun, anlattım sanıyorsun ama farkında değilsin, sadece yazık ediyorsun.
anlatamıyorsun.
yanlış zamanlarda
vaktinden önce
harcadığım
her şey,
beni affetsin.
Wednesday, November 9, 2016
Let
susmamız lazım.
bütün ülke, bütün dünya, bütün gezegen, uzun bir süre susmamız lazım.
yeni hiçbir şey üretmeden, yazmadan, çizmeden, çalmadan, konuşmadan, durmamız lazım.
Tuesday, October 18, 2016
Friday, October 14, 2016
9
unutmak istemediğim çok fazla şey var. iyi mi bu, kötü mü, bilmiyorum.
belki de sürekli bu yüzden yazıyorum. kimse görmüyor; ben satır aralarında kendime notlar alıyorum; sağa sola hatıralar yerleştirip hisler serpiştiriyorum. tekrar okuduğumda o ana döneyim, karnımda, kalbimde, aklımda aynı şeyleri tekrar hissedeyim diye. ben sadece bunun için yazıyorum belki de.
bazı anları şarkıların içine sıkıştırıyorum. bazı günleri yollara, sokaklara. ve bazı insanları, fotoğraflara. oraya yerleştirip, gözlerimi ona dikip derin bir nefes alıyorum, orada dur diyorum. unutmayayayım seni, unutturma bana kendini. unutturmak ne kelime halbuki?
bu, benim paris hayatımda çekilmiş ilk fotoğrafım. sonraları yıllarca, defalarca, gecelerce geleceğim bir restorana ilk gelişim. o alçak su bardaklarında şarap içildiğini ilk görüşüm, o şehre dair her şeyi ilk kez sevişim. ah benim canım paris, yıllarca seni ne çok sevmişim. bu, bir cumartesi akşamı. havam bulutlu, ama aydınlık. önümde dev bir bilinmez var ama ben onun üzerinden yavaş yavaş yürümeye and içmişim kendime. biliyorsun, yürüdüm de.
buradan çıktım, eve gittim. cumartesi bitti, ben pazara uyandım. o pazar gününden, 14 ekim 2007'den hiç resmim yok. gazetedeki haberi görüp, benim bile olmayan bir evin kapısını hayatın suratına çarpıp, kendimi henüz hiç tanımadığım sokaklara vurduğum, yürü allah yürüdüğüm, ağlamak için kendimi parçaladığım ama ağlayamadığım, allah kahretsin nasıl ağlayamadığım, sonsuzluk boyunca süren o uzun pazar öğleden sonrasından hiç resmim yok.
unutmak istemediğim çok fazla şey var. belki de sürekli bu yüzden yazıyorum.
bundan tam 13 sene önce mesela, oturup sayfalarca, en ufak detayına kadar yazdım. neyi desen, anlatamam, okuman lazım. ama okutamam. çünkü kendim de okuyamam. yürek kuvvetli, yürek yıllarca ne ağırlıklar taşıyor da, elinden de kolundan da kuvvetleniyor insanın. ama o yürek bile, bazı şeyleri kaldıramıyor. sorsan o günlerden, o pırıl pırıl yıllardan, hayatın kaymaklı dondurma gibi tertemiz ve taptaze olduğu günlerden de resimlerim var, ama sana yemin ederim hiçbiri bu fotoğraf kadar bana onu hatırlatmıyor.
9 sene oldu ama geçen tüm yıllara inat benim unutmak istemediğim çok fazla şey var.
belki de sürekli bu yüzden yazıyorum. belki de olanların, olmayanların, olamadığı için olanların tüm çetelesini, ben de böyle tutuyorum. bazı günleri yollara, bazı anları şarkılara, bazı insanları da fotoğraflara sıkıştırıyorum.
yıllar önce onu da tam buraya sıkıştırdım; sevgi ve itinayla.
gençliğe, deli cesaretine ve yeni başlangıçlara...
Saturday, October 8, 2016
8/10
çünkü aslında hayat bir düşüşler koleksiyonu
ve biz,
bu sadece bizim başımıza geliyor sanıyoruz.
dünya hep dik duranları, hiç eğilmeyen,
asla bükülmeyenleri avcumuzun içine kazımaya, aklımızın köşelerine yazmaya çalışsa da,
biz yüzyıllardır bozuğuz. çatlağız. sen de biliyorsun, en ufak seste daha da çatırdarız.
çünkü aslında hayat bir düşüşler koleksiyonu
ve biz,
yerle yeksan, boylu boyunca yan yanayız.
birbirimize dokunmuyoruz, haşa. sorsalar hepimiz yukarıdayız.
hepimiz yalan söylüyoruz. hepimiz, hepimizin yalan söylediğini biliyoruz.
çünkü aslında hayat bir düşüşler koleksiyonu,
ve biz,
sadece düşerken söylememiz gerekenleri söylüyoruz.
yukarıda çok fazla kural var; ve çok fazla yakışmaz, çok fazla yapılmaz.
o can havli sökebiliyor sadece kelimeleri,
o bir kaç saniyelik, ne olursa olsun hali.
biliyorum, sana da aynısı oluyor.
düşerken konuştukların şaşkınlıkla tüm vücudundan geziniyor.
yerle bir olduğunda sesin hala kulaklarını çınlatıyor, tanımadığın bir hisle başın dönüyor.
panikle yokluyorsun kendini;
sırtının oralarda bir yerde eline bir çatlak geliyor.
bakıyorsun, kürek kemiklerinin arasından kelimeler sızıyor.
merak etme,
kimse itiraf etmeye yanaşmıyor ama aslında bu hepimize oluyor.
öğren artık hayat bu; içine attığın yerde durmuyor.
Saturday, August 20, 2016
Monday, August 15, 2016
tanrının tek güzel tanımı...
...başka özgürlüklerin de var olmasına izin veren özgürlük.
Tek bir sebebi hepimiz paylaşırız; bu dünya kadar gerçek, ama ondan farklı dünyalar yaratmak. Bu yüzden plan yapamayız. Dünyanın bir makine değil bir organizma olduğunu biliriz. Akıllıca yaratılmış bir dünyanın onu yaratandan bağımsız olması gerektiğini de biliriz, planlanmış bir dünya (planlandığını iyice açık eden bir dünya) ölü bir dünyadır. Karakterlerimiz ve olaylarımız ancak bize karşı çıkmaya başladıklarında canlanır. Charles, Sarah'yı uçurumun kenarında bıraktığında ona dosdoğru Lyme'a dönmesini emrettim. Ama dönmedi; nedensiz yere dönüp mandıraya gitti.
Şunu belirtmeden edemeyeceğim; - ki en güvenilir tanık da benim - bu fikir benden değil de Charles'tan gelmiş gibiydi. Bu sadece onun özerklik kazanmaya başladığını göstermiyordu, onun gerçek olmasını istiyorsam kendi yarı-tanrısal planlarımdan vazgeçip onun özerkliğine saygı duymalıydım. (j. Fowles / fransız teğmenin kadını)
***
Kendi çeyrek-tanrısallığımı Fowles'un ulu-tanrısallığı ile kıyaslamıyorum elbet, haşa. ama şu satırları okuyunca anladım, meğer bu garip hali kendi ulu-tanrı'larımdan biriyle paylaşıyor olmak ne kadar zaruri bir ihtiyaçmış. cem'in bana düşünmeden ve hiç durmadan yaz dediği günün akşamından, geçtiğimiz ayın ortalarında bir güne kadar, hep aynı şey oldu. başlarken anlamadım, zaten bilmiyordum da bu durumun varlığını. birilerini yarattım önce; ya da belki de onlar doğmak istedi, şimdi düşününce. ama o etrafta sıklıkla duyduğum "onlarla yatıp kalkıyorum, sürekli onları düşünüyorum" hallerine hiç giremedim. bir süre zaten bunu da garipsedim. masanın başından kalktığım an yazdıklarımın hepsini, herkesi, neresi olduğu hala belli olmayan yerleri anında unutuverdim. gün içinde aklıma geldiklerinde ise onlara geri döndüğümde koyacağım ilk cümlenin ne olacağını hiç bilemedim ve bu sisli histen hep korktum. ya takılırsam dedim, ya durursam dedim. sonra ne zaman masanın başına geçtim, hep aynı şey oldu. biri yürümek istedi, yürüdü. sonra küt diye düştü. kaldırayım dedim, yok dedi, biraz böyle durayım. öbürü bir gün bir yerlere gitti, kal orada dedim, yok dedi döneyim. birine konuş, derdini anlat dedim, çekindi. diğeri hiç beklemiyorken, of hem de en olmayacak yerde neler söyledi! ben sadece izledim. resmen kendi ellerimi, parmaklarımın bastığı harfleri, karşımda beliren cümleleri izledim.
ne anlamsız, şimdi anlatınca.
ortaokulda sürekli hikayeler yazdığım bir defterim vardı. ne yazık ki ömrümde saklamayı beceremediğim ve sanırım sonsuza kadar kaybettiğim tek defterim. okuldan gelip, odama kapanıp -artık çoğunu hiç hatırlamadığım- hikayeler, insanlar, hep bir şeyler yazardım. bir tek günü çok iyi hatırlıyorum; bir tek hikayeyi. istanbul'un fakir bir semtinde yaşayan bir kız çocuğunun hiç kimsenin sözüne aldırış etmeyip o güne dek hiç göremediği denizi görmek ve ayaklarını suya sokmak için yola çıkışı. trafiği, insanları, hiç bilmediği sokakları, şehrin daha önce hiç görmediği yüzünü başarıyla atlatışı. nihayet denizi uzaktan görüşü. ve sonra tam yaklaşacakken, olduğu yerde denize heyecanla bakakalmışken yandan gelen arabayı farketmeyip o arabanın altında kalışı. denize hiç dokunamayışı.
yazarken annem gelmişti odama, ben perişandım. saatlerdir ağlıyordum; çünkü o küçücük kızın ölmesini ben istememiştim, benim planım öyle değildi!
denize ayaklarını sokacaktı daha, o allahın cezası araba da nereden çıkmıştı?
bütün akşam ağladım. ben yaratmıştım ama başkası öldürmüştü sanki.
o ağırlığı, o hiç bir yere oturtamadığım suçluluk hissini hala unutamıyorum.
dün gibi, şimdi anlatınca.
demek ki dön dolaş hep aynı hissiyat.
sen yapıyorum sanıyorsun da, aslında hiç senin tariflerinle pişmiyor hayat.
Tek bir sebebi hepimiz paylaşırız; bu dünya kadar gerçek, ama ondan farklı dünyalar yaratmak. Bu yüzden plan yapamayız. Dünyanın bir makine değil bir organizma olduğunu biliriz. Akıllıca yaratılmış bir dünyanın onu yaratandan bağımsız olması gerektiğini de biliriz, planlanmış bir dünya (planlandığını iyice açık eden bir dünya) ölü bir dünyadır. Karakterlerimiz ve olaylarımız ancak bize karşı çıkmaya başladıklarında canlanır. Charles, Sarah'yı uçurumun kenarında bıraktığında ona dosdoğru Lyme'a dönmesini emrettim. Ama dönmedi; nedensiz yere dönüp mandıraya gitti.
Şunu belirtmeden edemeyeceğim; - ki en güvenilir tanık da benim - bu fikir benden değil de Charles'tan gelmiş gibiydi. Bu sadece onun özerklik kazanmaya başladığını göstermiyordu, onun gerçek olmasını istiyorsam kendi yarı-tanrısal planlarımdan vazgeçip onun özerkliğine saygı duymalıydım. (j. Fowles / fransız teğmenin kadını)
***
ne anlamsız, şimdi anlatınca.
ortaokulda sürekli hikayeler yazdığım bir defterim vardı. ne yazık ki ömrümde saklamayı beceremediğim ve sanırım sonsuza kadar kaybettiğim tek defterim. okuldan gelip, odama kapanıp -artık çoğunu hiç hatırlamadığım- hikayeler, insanlar, hep bir şeyler yazardım. bir tek günü çok iyi hatırlıyorum; bir tek hikayeyi. istanbul'un fakir bir semtinde yaşayan bir kız çocuğunun hiç kimsenin sözüne aldırış etmeyip o güne dek hiç göremediği denizi görmek ve ayaklarını suya sokmak için yola çıkışı. trafiği, insanları, hiç bilmediği sokakları, şehrin daha önce hiç görmediği yüzünü başarıyla atlatışı. nihayet denizi uzaktan görüşü. ve sonra tam yaklaşacakken, olduğu yerde denize heyecanla bakakalmışken yandan gelen arabayı farketmeyip o arabanın altında kalışı. denize hiç dokunamayışı.
yazarken annem gelmişti odama, ben perişandım. saatlerdir ağlıyordum; çünkü o küçücük kızın ölmesini ben istememiştim, benim planım öyle değildi!
denize ayaklarını sokacaktı daha, o allahın cezası araba da nereden çıkmıştı?
bütün akşam ağladım. ben yaratmıştım ama başkası öldürmüştü sanki.
o ağırlığı, o hiç bir yere oturtamadığım suçluluk hissini hala unutamıyorum.
dün gibi, şimdi anlatınca.
demek ki dön dolaş hep aynı hissiyat.
sen yapıyorum sanıyorsun da, aslında hiç senin tariflerinle pişmiyor hayat.
Wednesday, July 20, 2016
every
dün, elinin bir yerlerine yapışmış kalmış, çıkaramamışsın. neyi tutsan ona yapışıyor, elini nereye sürsen iyice sağa sola yayılıyor. bir şeyleri işaret ediyorsun ya bazen, aslında herkes görüyor; parmağının ucundan hala geçmişin sarkıyor.
anlatmıyorsun, anlamazlar diyorsun. insanlar anlamaz. hem bilmiyor muyuz sanki; herkesin var böyle bir hikayesi, herkesin bir parmağından damlıyor silemedikleri. sadece bazısı daha iyi saklıyor çaresizliğini. anlatamıyorsun, mecalim yok diyorsun. mecalim yok. cümlenin öyle bir yerindesin ki, çoktan başını unutmuşsun. cümlenin başı tonlarca kelime, onlarca satır öncesinde kalmış, cümlenin sonu kim bilir hangi gün gelecek. nasıl anlatır, nasıl o kadar geri gidersin ki? hem gerçekten, buna heveslimisin ki?
sonra bir an geliyor, ciğerini göğe doğrultuyorsun, cevap yukarıdan gelecekmiş gibi. yok aslında bir cevap, sen de biliyorsun. yine de soruyorsun. yine de. benim içimi kim rahatlatacak? beni kim anlayacak? kim her şeyin iyi olacağını söyleyecek bana? kim temizleyecek bu elleri, kim okşayacak başımı? beni kim anlayacak? bağırmıyorsun, duymazlar diyorsun. insanlar duymaz. kendi kendine konuşuyorsun, kessen kanatır gibi, kendi kendini kanırtır gibi. içine içine konuşuyorsun; bütün kelimeleri deli bir nehir yapmış, içine akıtıyorsun.
derdi olan içini döker, sen bütün derdi içine döküyorsun.
beni kim anlayacak?
kimse. hiç kimse anlamayacak seni,
senin bunu hiçbir zaman anlayamayacağın gibi.
Monday, July 18, 2016
Friday, July 15, 2016
Thursday, June 30, 2016
Tuesday, June 28, 2016
P
beni tanıyanlar bilir, pembe hiç sevmem.
bazı renklerin nereme dokunduğunu anlamam günlerimi alıyor. bazen hop diye buluveriyorum, bazen saatler buna kafa yormakla, akşamlar biçare pes etmekle geçiyor. kendime sorduğum soru ise hep aynı; anlık hissiyatlarıyla bu kadar uğraşan bir ben miyim? alışkanlıkları değiştirmek için çok geç ama içime doğan her hissin çetelesini tutmak ekseriyetle ağır geliyor.
bazı renklere bakar bakmaz içimin bir yeri okşanıyor, hemen sonrasında da içimden bir ses bu hissi ne kadar özlediğimi hatırlatıyor. ama herşey saniyelik, herşey hep anlık; içine çöreklendiğine yemin edebileceğin o huzur bir anda uçuveriyor. aynı ses bu kez de o perdenin kapandığını, o cümlenin noktalandığını, o hikayenin çoktan sonlandığını anlatıyor. bazı renklerin hangi hikayenin fonu olduğunu anlamam günler alıyor. bazen en doğru sahne şak diye gözümün önüne geliyor, bazen ellerim en açılmayacak çekmecelerin içini karıştırıyor. en hatırlanmayacak haller sayfa sayfa dışarı dökülüyor da asıl hikaye rafta bir yerlerde gizli, yok göstermiyor kendini. oluyor, bunların hepsi oluyor.
beni tanıyanlar bilir, pembe hiç sevmem.
gel gör ki oluyor, o da oluyor. bazı renkler ikinci bir şansı, tekrar bir dönülüp bakılmayı hakediyor. sen hiç beklemiyorken, gözünü ağır adımlarından, ölü fare grisi betondan ayıramıyorken, tependeki dev kubbe bir anda o renge dönüyor. birileri incecik bir iğneyle köşeden gizlice renk enjekte edivermiş gibi, bulutlar içten içe hep bunu beklemiş, toprak bunu izlemeye dünden razıymış gibi, gökyüzü birkaç saniye içinde dünyanın en anlatılmaz rengine dönüyor. sen hala yere bakarken, bir şeyler gözünü alıyor. bir şeyler gözünü çağırıyor. başını kaldırınca, aynı bir şeyler gözünü kamaştırıyor. hep bir şeyler, çünkü bazı şeyler tarif edilemiyor. bakışın göğe çivili, içinin suları fokurdamaya, hücrelerin daha hızlı bölünmeye başlıyor, hissediyorsun, ayakların uyuşuyor. oluyor, bunların hepsi oluyor. sen de biliyorsun, bazı renkler ikinci bir şanstan öte, koca bir hikayenin fonu olmaya diğer tüm renklerden daha çok yakışıyor.
beni tanıyanlar bilir, pembe hiç sevmem.
ve beni tanıyanlar bu cümlemin üstüne şimdi içlerinden şöyle söylüyor; 'sen neyi seversin ki?'
Saturday, June 25, 2016
Monday, June 6, 2016
Thursday, June 2, 2016
Wednesday, June 1, 2016
have you told anyone?
kapısından içeri girdiğinde şarap bardaklarını da kahve makinasını da kendi elinle koymuş gibi bulacaksın istesen. dolapta mutlaka biraz meyve olacak, çünkü meyveyi sıcak yiyemezsin sen. çarşaflar tam istediğin gibi kokuyor olacak, sorsalar anlatamayacaksın, o kokunun ciğerlerindeki hissini bir tek sen anlayacaksın. koridorda yürüyeceksin bir ileri bir geri; o güne kadar her sabah o koridorda yürümüşsün gibi. o koridorda büyümüş, köşelerine kıvrılıp ağlamış, sarhoş gecelerinde bir duvarından diğerine vurmuş gibi; öyle tanıdık yürüyeceksin. öyle iyi bileceksin. orada içine çektiğin her nefeste öyle rahat edeceksin. banyo aynasındaki ışığın yerdeki aksini seveceksin, bunu bir tek sen farketmişsin, bunu zaten hep sevmişsin gibi. o aynada her akşam kendine bakmış gibi yeniden bakacaksın yüzüne. o aynada günden güne biraz daha yaşlanmışsın gibi, bir gün daha yaşlanacaksın yine. hiçbir yerde bulamadığın huzuru, çıplak ayakların nihayet o evin yerlerine bastığında hissedeceksin. hiçbir yerde huzur bulamayışının sebebinin, oradan uzak kalmışlığın olduğunu farkedeceksin.
insanın en büyük itirafları her zaman kendinedir.
insanı en çok kırıp en çok yoran da kendine itiraf edebildikleridir.
ve insanın yıllarca başka şeylerle oyalanması, kendini kendine bir türlü açamaması, aslında hep bu yüzdendir.
bilmiyorsan öğreneceğin gün gelecek elbet. biliyorsan artık kendine itiraf et;
bir tek senin değil, hepimizin var.
hepimizin hiç gitmediği, asla gidemeyeceği evleri var.
nerede olduğunu bir hatırlayıp, bir kaybettiği.
içinde kimin yaşadığını bir bilip, bir merak ettiği.
bize yazılmamış, bize verilmemiş, tuğlaları bizim için örülmemiş evleri var hepimizin.
hepimizin mutlaka bir tane.
hepimizin, hiç bizim olmamak üzere.
insanın en büyük itirafları her zaman kendinedir.
insanı en çok kırıp en çok yoran da kendine itiraf edebildikleridir.
ve insanın yıllarca başka şeylerle oyalanması, kendini kendine bir türlü açamaması, aslında hep bu yüzdendir.
bilmiyorsan öğreneceğin gün gelecek elbet. biliyorsan artık kendine itiraf et;
bir tek senin değil, hepimizin var.
hepimizin hiç gitmediği, asla gidemeyeceği evleri var.
nerede olduğunu bir hatırlayıp, bir kaybettiği.
içinde kimin yaşadığını bir bilip, bir merak ettiği.
bize yazılmamış, bize verilmemiş, tuğlaları bizim için örülmemiş evleri var hepimizin.
hepimizin mutlaka bir tane.
hepimizin, hiç bizim olmamak üzere.
Wednesday, May 25, 2016
Monday, May 23, 2016
LUX
ruhlarımız aydınlık, hep biraz daha aydınlık için savaşacak
ve aydınlığın ne olduğuna arkamızda bıraktığımız bulutlar karar verecek.
aymakta olan gün gözümüzün camının tozunu alacak
ve benzersiz kederlerimiz eriyerek yitecek.
ruhlarımız aydınlık, hep biraz daha aydınlık için yarışacak
ve kazananın kim olacağına sırtımızda taşıdığımız yükler karar verecek.
göğüslerimiz hep daha fazlasını almak için açılacak göğe
ve içimiz doldukça sırtımızın dikişleri kaynayacak.
ruhlarımız aydınlık,
hep biraz daha aydınlık için savaşacak.
Tuesday, May 17, 2016
MVÖ
ne oldu, karıştı her şey.
korktum, sözüm bir adım geride.
şimdi duyuyor musun,
her şey ama her şey geçer.
sakinsin, biraz derdin var.
kendi kendine dünyayı ters çevirmişsin,
bir şey biliyor musun,
ben doğduğumdan beri,
hep böyleyim.
mvö'nin beni bana kendi kelimelerimle anlatması hiç bitmeyecek galiba.
Monday, May 16, 2016
BK
"birbirine dolanan hayaller yumağıdır hayatımız
kim karar verebilir birbirine dokunan taş ve su hakkında,
kimin kimi ayakta tuttuğuna, ve günün
aslında kumdan, tuzdan ve ışıktan oluşmadığına?
boşlukları doldurduğumuzda belirecek hayatın anlamı,
taşı ve suyu doğru yorumladığımızda,
bir yarı öbür yarıyı anlayacak; olgunluk
bize yaban meyvesi gibidir, gevşek ağızlarımıza dokunan zehir!
kim sana verdiklerimi, senden aldıklarımı çözebilir?
birbirine dolanan hayaller yumağıdır hayatımız,
hayalleri dik tutmak gerekir."
B.K.
Wednesday, May 11, 2016
75006
biliyorum yorgunsun, evine gitmek istiyorsun. işler bitmiyor, sen bitiyorsun. saatine bakıyorsun, akşamüstü olmuş. o dakikadan sonra tek bildiğin yol, evinin yolu. tek istediğin, içine düşeceğin hiçlik. insan ve düşünce kalabalığını iteleyerek varıyorsun evine. soyunuyorsun, giyinmiyorsun da bir daha. kendini yorganın altına yuvarlıyorsun. biliyorum, sabahtan beri bunu bekliyorsun. günün gürültüsü kulaklarının uğultusuna dönüşmüş, düşüncelerin susmuyor, biliyorum uyuyamıyorsun. bazı ışıklar var, sadece akşamüstü gibi. odanın loşunda üşüye üşüye çıkıyorsun yataktan, yan odadaki müziğin düğmesine basıyorsun. bazı şarkılar var, sadece akşamüstü gibi. bir şarkı çalmaya başlıyor, varla yok arası. çalmakla susmak arası. ne dediğini anlamıyor, anlamaya uğraşmıyorsun. beyaz çarşaflar, seni kucağına çağırıyor. bazı kucaklar var, sadece akşamüstü gibi. açık yorganı çıplak bedeninin üzerine kapatıyorsun. biliyorum, hala üşüyorsun. duvarın öte yanında çalan müzik, herşey yolunda diyor, unut şimdi. yaptığın ve yapamadığın, düşündüğün ama söyleyemediğin herşeyi unut. dünya beklesin, sen unut. göz kapakların kapanıyor, nefesini duymaya başlıyorsun. duvarın öte yanındaki gitar, seni bütün günden koparmaya and içmiş, nezaketle çalıyor. bazı insanlar var, sadece akşamüstü gibi. aklına biri geliyor, aklına sözler geliyor, aklına hayaller, aklına yapılacaklar geliyor. yapma diyor aklın, yığma bunları üzerime. hepsi çok ağır. yorgunum ben de. hadi düşünme. biliyorum, sen de yorgunsun.
biliyorum, bu hayatta sen de en çok akşamüstlerini seviyorsun.
Sunday, May 8, 2016
Thursday, May 5, 2016
I Tima
gelemedi yaz, gelemedi.
biz bir anlamsız grinin, serinin ortasına yaslandık.
yürüdük allah yürüdük, gel gör yine bir yere varamadık.
kalakaldık.
öylece uzun bir yol, tohumu bellisiz birkaç yeşil, yön bilmez bir rüzgar
biz bir renksiz boşluğun orasında, ciğerimizin serini gözümüzün yaşında,
kaldık.
az evvel konuştum içimden, sen gideli beri neler oldu burada.
yıl geçti, yıllar geçti. gölgeler uzadı, birkaç tohum anca yeşerdi; sen gideli beri.
rüzgarlar hep bir sarsak; yollar yürümekle biter mi, elbet bitmedi.
biz yine bu anlamsız grinin, serinin ortasında, olduğumuzu olamadığımızla yontmaya teşne,
kaldık.
heyhat, burada yaptığımız her şey yalan. söylediğimiz her kelime birer misina ucunda tepemize asılı.
sen gittin imi timi bellisiz memed, biz kökü bellisiz servilerin ortasında,
kaldık.
gelmedi yaz, gelemedi.
istediğimden değil, alışkanlıktan.
zaten bizi bu güzel havalar değil, hep alışkanlıklar mahvetti.
Monday, May 2, 2016
kuş
kimvurduya gitti aşkımız, faili meçhul değilse nefs-i müdafadır.
ellerimizdeki kelepçenin anahtarı sende
kavgamızın tek seyircisi bu şehir
tutunduğumuz tek dal içimizdeki isyandır.
söyle sevgilim sen söyle
akan kanımızın hesabını kime soracağız?
kim toplayacak gözyaşlarımızı
kim koyacak sevgiyi içimize?
gittik gittik gittik
acılara gittik
keşkelere gittik
ben sana sen bana gittik
sonra öğrendik ki dünya yuvarlak; kaldık.
sen bağıra bağıra ağlardın, ben susardım
sen duvarları yumruklardın, duvarlarında ellerinin izleri kan içinde
ben içime içime oyardım kendimi
sen çimenlere yatıp uyuyakalırdın
ben banklara tünemiş uykusuz
sen ot içerdin, duman kusardın geceye.
ben tek sigaralık ciğerimle öksürüklerde
sen aşka inanmazdın, sen inanmazdın
ben maviye inanırdım.
boynumdaki yorgun damarların mavisine
beyaz dalgaları omuzlayan deniz mavisine
benizin bittiği yerde bağlayan göğün mavisine inanırdım
bi de ensemdeki dövmeye inanırdım.
tersini iddia edecek mecalimiz yok artık; hayatın düzenini, döngüsünü, bir yaşatıp bir ders verme algoritmasını hiçbirimiz hiçbir zaman anlayamayacağız. neden hiçbir şey zamanı olmadan gelmez, neden tam gözünün önünde saklanır da kendini göstermez, biz aciz insanoğlu parçacıkları bunu asla anlamlandıramayacağız. sayfalar doldurdum, üst üste, yıllarca, yığınlarca sayfa. sonra bir gün baktım, yıllar önce bir kadın anlattığım ve anlatamadığım ne varsa 26 satıra sığdırmış. bu da ömrümce önümde durmuş da, yeni karşıma çıkmış. çünkü şimdi çıkması lazımmış. çünkü aslında bütün akıllar yukarıda aynı yere bakarmış. çünkü aslında uzak yok, zaman da yalanmış.
hayat bir kaybetmeler, ucundan yakalamalar, elinden kaçırmalar, sarılıp bırakamamalar silsilseysiyken, aslında tek yapabileceğin kuşun ölümüne üzülmek değil, onun uçuşunu hatırlamakmış.
ellerimizdeki kelepçenin anahtarı sende
kavgamızın tek seyircisi bu şehir
tutunduğumuz tek dal içimizdeki isyandır.
söyle sevgilim sen söyle
akan kanımızın hesabını kime soracağız?
kim toplayacak gözyaşlarımızı
kim koyacak sevgiyi içimize?
gittik gittik gittik
acılara gittik
keşkelere gittik
ben sana sen bana gittik
sonra öğrendik ki dünya yuvarlak; kaldık.
sen bağıra bağıra ağlardın, ben susardım
sen duvarları yumruklardın, duvarlarında ellerinin izleri kan içinde
ben içime içime oyardım kendimi
sen çimenlere yatıp uyuyakalırdın
ben banklara tünemiş uykusuz
sen ot içerdin, duman kusardın geceye.
ben tek sigaralık ciğerimle öksürüklerde
sen aşka inanmazdın, sen inanmazdın
ben maviye inanırdım.
boynumdaki yorgun damarların mavisine
beyaz dalgaları omuzlayan deniz mavisine
benizin bittiği yerde bağlayan göğün mavisine inanırdım
bi de ensemdeki dövmeye inanırdım.
tersini iddia edecek mecalimiz yok artık; hayatın düzenini, döngüsünü, bir yaşatıp bir ders verme algoritmasını hiçbirimiz hiçbir zaman anlayamayacağız. neden hiçbir şey zamanı olmadan gelmez, neden tam gözünün önünde saklanır da kendini göstermez, biz aciz insanoğlu parçacıkları bunu asla anlamlandıramayacağız. sayfalar doldurdum, üst üste, yıllarca, yığınlarca sayfa. sonra bir gün baktım, yıllar önce bir kadın anlattığım ve anlatamadığım ne varsa 26 satıra sığdırmış. bu da ömrümce önümde durmuş da, yeni karşıma çıkmış. çünkü şimdi çıkması lazımmış. çünkü aslında bütün akıllar yukarıda aynı yere bakarmış. çünkü aslında uzak yok, zaman da yalanmış.
hayat bir kaybetmeler, ucundan yakalamalar, elinden kaçırmalar, sarılıp bırakamamalar silsilseysiyken, aslında tek yapabileceğin kuşun ölümüne üzülmek değil, onun uçuşunu hatırlamakmış.
Saturday, April 30, 2016
mornings like this.
çeşit çeşit sabahların var.
içine uyanmak istemediklerin. olsa diye beklediklerin. gecenin bir yarısı varlığını hatırlayıp gelmese diye sayıkladıkların. uyuduğun sabahların var, sen görmeden geçen. ve daha gelmeden karşıladığın sabahların, gözün tavanda gelse diye beklediğin. çeşit çeşit sabahın var. gözünü açamadığın, aklını susturamadığın, ayaklarına yetişemediğin, kendi sesine bile ilişemediğin. hep çeşit çeşit. istediğin sabahlar var, hatırlamayı ya da unutmayı. tekrar yaşamak istediklerin var bir yanda, bir de hiç yaşamamış olmayı dilediğin. bir sürü sabahın var. güneşin başının ortasında doğduğu, soğuğun dudaklarını soldurduğu. buz gibi bir havada otobüs beklerken griliğin ortasında otobüsün farını seçemediğin sabahlar var. ve ayakların betonu ezerek koşarken terinin yanağından boynuna aktığı, senin silmeye bile tenezzül etmediğin sabahlar. hep sabahlar. cins cins, çeşit çeşit, insanlar kadar çok sabahlar. herkesin kendine ait sabahları, bazı sabahların sadece kendi insanları var. gözünü ayırmadan okuduğun kitaplar ve sesini duyduğun anda irkildiğin insanlar gibi sabahlar. ne yapacağını bilmeden evden çıktığın, kendini parkın ortasındaki bir bankta otururken ve hala ne yapacağını bilemezken bulduğun sabahlar. birbirine benzeyen sabahlar var. aralarına yıllar, ülkeler, onlarca insan, tonlarca yol girmiş, kayıp ikiz kardeş sabahlar.
çeşit çeşit sabahlar. unuttukların kadar çok, kaybettiklerin kadar yok sabahlar.
insan kadar çok, hepsi birbirinden farklı, hepsi birbirinin aynı sabahlar.
Sunday, March 27, 2016
breathe.
"Don't fall apart, it becomes a habit. Stay calm and know that you are where you are right now for a very important reason. Life will never give you something you can't handle. It will all make sense in a little while, but for now: Go back to basics. Drink water. Breathe deeply. Eat foods that heal. Surround yourself with loving people. Read books that resonate with your soul. Go for a walk in the woods, on the beach, in the park, in your backyard...Anywhere you can breathe fresh air and see the sky above. Close your eyes. Connect. Remind yourself of the things you have to be grateful for, and let the words thank you become your most important mantra. You can do this. You are strong, you are whole and you are not alone. "
her kimin ihtiyacı varsa, bu satırlar ona.
yani aslında, hepimize, sana ve bana.
Wednesday, March 23, 2016
o ye
denize baka baka gidiyorum, ben ileri gidiyorum, deniz durduğu yerde duruyor. biz bir ömür boyu anlamsızca gidip gelirken, deniz hep durduğu yerde duruyor. ben denize baka baka gidiyorum. köpüklü bir takım debelenmeler. ben öylece bakıyorum. bakıyorum da, aslında hiç huyum değil. ilk kez gören biri için nasıl heyecan vericiyse, benim için öyle sıradan. baka baka gidiyorum. ne birşey okumak istiyor canım, ne düşünmek. kulağımda bir müzik, ne diyor desen, bilmiyorum. ben denize baka baka gidiyorum. yazdıklarım düşüyor aklıma, doluyken mi, yoksa boşken mi daha çok yazabiliyorum, kestiremiyorum. ama bu ara çok yazıyorum. bandırma feribotunda, paris uçağında, bilimum kafe köşelerinde. nişantaşındaki cafe nero'da, st germain'deki deux magots'da. bir anda bir şimşek çakıyor aklımda, gözlerimin önünde köpükler azarken, ben bir düğümü daha çözüyorum. ben değil, onlar kendilerini çözüyorlar aslında. hep okurdum duyardım da inanmazdım. roman kendini yazdırıyor derlerdi de hakkaten anlamazdım. öyleymiş vesselam. bir kadın düşüyor aklıma, ben anlatmak istiyorum olanları diyor, bırak bana, ben anlatayım olanları. anlatacak da, kaçarı yok. ben çoğunlukla sadece bir çift el, bir çift gözüm bütün olayda. kadın anlatmak istiyorsa anlatacak. ve biliyorum, herkesin yolu değişecek, kadın anlatmaya başlayınca.
yani diyeceğim, en olmayacakken, tam oluyor.
kuşlardan bahis açıyor aklım, yine yazmam gerekenleri bana hatıratıyor. bakarak ağacını büyüten adamın üzerinden kuşların süzülerek geçmesi gerekiyor, ve benim bunu bir şekilde anlatmam. çünkü bu hayata yere sımsıkı bağlanan ağaçlar kadar, kaybolup giden kuşlar da gerekiyor. gözüm bir resme takılıyor, altında iki satır. ben yazmışım sanki, öyle tanıdık. öyle tanıdık ki, korkuyorum. kendimden gizli birşeyler yapmış, kendi kendimi yakalamış gibi hissediyorum. oysa biliyorum o satırların benim olmadığını, gel gör ki kendimi korkmaktan alıkoyamıyorum. birbirinden ne kadar uzak olursa olsun, iki aklı buluşturan bir nokta elbet bulunuyor galiba diyorum. aranırsa, bulunuyor. açıp, şiirin tamamını okuyorum. bu şiiri ben yazmış olabilirim, sadece birileri benden önce davranmış diyorum, hepsi bu. romanın baş köşesini bu şiire ayırmalı belki de, bunu da bir düşünmeli. yine ne çok şey düşünmeli. iyi ki hiçbir şey düşünmek istemiyorum.
yani diyeceğim, en olmayacakken, tam oluyor.
aklım susuyor, kulaklarımdaki sesi yeni yeni duymaya başlıyorum. herkes gibi, herkesin ortasında, içinde bir gün daha hayatta kaldığımıza şükrettiğimiz karanlık kalabalığın içine karışıyorum. ne köpük, ne deniz, sadece şehir artık. yine şiiri düşünüyorum. olur şey değil. iki aklı birleştirecek bir nokta arayınca bulunuyor hakikaten. bazen herşey sadece bir zaman meselesi.
bazen herşey sadece olmak ya da olmamak.
bazen herşey ya kalmak ya gitmek.
o sırada bir kadın sesi duyuyorum kulağımda, anlatıyor kendini bileyerek;
" o ye bebek, yana yana bitmek gerek."
Wednesday, March 16, 2016
Monday, March 7, 2016
Friday, February 26, 2016
Thursday, February 25, 2016
SS
işbu post fazla günlük sayfası tadında olmuş olabilir, bu seferlik af buyurun.
düşününce aslında sorun evrensel; güzel seven adamların karşısına ekseriyetle "kalp yerine karbürator taşıyan" kadınlar çıkar, adam inat ettim bu sefer mutlu olucaz! der, uğraşır durur. tam oldu bu sefer derken, tam bir nefes alacakken mengeneyle öyle bir sıkarlar ki ciğerlerini, adam elleriyle kendini uçurumdan aşağı atar. yar'a yar denmesinin bir sebebi var diye düşünür düşerken ve tam bu sırada bir portakal karanlık bir koridorda yuvarlanır. portakalla başlayan, portakalsız biter.
gerçekten olur şey değil. gerçekten maşallah dediğimizin 3 gün yaşamıyor olması, artık işten bile değil. sefer'in ilk defa mutlu olduğu an arabayı ölümün tam ortasına sürdüğü bir dünyada bizim ne işimiz var? bu kadar güzel sevmeyi bilen adamlar o kabiliyetten mahrum bırakılırken arkada ağlayan kadınların kime ne faydası var, söyle bana güzel kardeşim. cevabını biliyorsan, buyur sen söyle.
resmen civarımdan birini bir daha göreyemeycekmişim gibi üzüldüm. kendime anlam veremiyorum.
bu insanları tanımayanlar da şu dediklerime anlam veremiyo, biliyorum. bi de üşenmedim, bu kadar işin gücün arasında oturdum bunu yazıyorum. kim okuyacak da beni anlayacaksa. resmen kurtlar vadisinde ölen adama saygı duruşu yapanlar gibi oldum. hiç huyum da değil, halbuki. dizilere sarılan, onlarla yatan kalkan insanlardan hiç olmadım. herkesin konuştuğu dizilerin bir sürüsünün konusunu bile bilmem. bi ezel vardı vaktinde, o da pazartesi akşamları iyi bi sallardı omuzlarımızdan; bütün hafta hafif sarsak dolaşırdık. bir de poyraz çıktı başımıza o zamandan beri. bu sefer de çarşamba akşamları dışarda falan olunca evde misafir var da ben onu yalnız bırakmışım gibi hissediyorum, öyle bir gariplik.
şimdi sen söyle bana güzel kardeşim, sema napıcak, gene güçlü kuvvetli yaşayacak mı?
ayşegülün kayıpları listesinde bir de sefer fazla ağır olmayacak mı?
zülfikar yarısı gitmiş yarısı kalmışken aşkın tadına varacak mı?
peki daha dün evlatlık alınan çocuğun çiçeği burnunda babasının küt diye ölmesi reva mı?
neye diye sorulur mu?
tabi ki sana içiyoruz sefer.
Monday, February 22, 2016
BO
bunu hatırlar mısın, ya da bilir misin bilmem.
çocukken en çok dinlediğim kasetlerden biriydi. diğerlerinin selda bağcan, zülfü livaneli filan olduğunu düşünürsek yine bir nebze de olsa daha kendime göre birşeydi. ama bilmen gereken o değil, bileceğin, kasedin kapağının kendisi. o zamanlar elimden düşürmezken, şık latife'ye hayran olup kediler şarkısını hiç sevmeyip hep ileri sararken bu kapağın pek kıymetli olduğunu bilmezdim elbet. meğer vakti zamanında çekirdek sanat evinde elle çizilmiş, şimdi müzelerde, sergilerde sergilenirmiş. bunu da yeni öğrendim zaten.
iyi ki rüya anlatmayı sevmem dedim. hayat sağolsun başımda sabırla bekleyip bütün laflarımı lokma lokma yutturuyor bana; "yuttun mu onu, hah aç ağzını bunu da ye canım, hadi." beynimin içi öyle eğlenceli, anlatınca birşeye benzeyen hikayelerle değil, şahsımın dahi çözemediği metaforlarla dolu. dün gece de rüyama bu kaset kapağı düştü. bi sürü başka şeyin arasında birilerine bir anda; aman deyiveriyorum, başına bişey gelmesin onun, çok bulunmaz o.
yok, alıyolar elimden, dinlemiyosun ki artık diyolar. dinlemesem de almayın diyorum, almayın.
yok, alıyolar elimden.
bu sabah da bu kasedin derdine uyandım.
zaten, hepimiz her sabah birşeylere, birşeylerin derdine uyanmıyor muyuz?
ha, kaset demişken; çok dinlenenler listeme pinhani'nin yanına bir de kalben eklendi.
anne, ben hipster mı oldum?
Friday, February 19, 2016
Thursday, February 18, 2016
BA
uzun zaman olmuş.
büyük adam'ı en son rüyamda göreli 4 sene oluyor. bu kadar net, çünkü gördüğüm geceyi dün gibi hatırlıyorum. bütün gece koşmaktan yorulmuş gibi sabahın bir körü nefes nefese uyanmıştım. yataktan kalkıp bir panik telefonumu aramıştım falan, ne yapacağımı bilmeden. onu rüyamda gördüğüm gecelerin sabahları pek sağlam kalkamıyorum; ya bişeyim eksik, ya biyerlerime fazladan bir uzuv eklemişler gibi oluyo. anlatamıyorum da hissettiğim şeyi, vücut bütünlüğüm kaybolmuş, ruhumun bir yerleri apse yapmış gibi.
her neyse.
4 sene olmuş.
yine oteldeyim. aslında öyle dediğime bakma, çünkü aslında otel değil orası. ben sadece öyle tarif edebiliyorum. sonsuz katın, çok uzun koridorların, bitmek tükenmek bilmeyen kapalı kapıların olduğu bir yer. bazı geceler aynı yerde oluyorum, bazen halılar, duvarlar değişiyor gibi. ben mütemadiyen birşeyler arıyorum. oradaki amacım bu sanki; hiç durmadan, yorulmadan aramak. bazen dümdüz yürüyorum koridorda, bazen saçma sapan bi iniyorum, bi çıkıyorum. ne aradığımı bilmiyorum ama sanki bununla da pek ilgilenmiyorum. bazı geceler daha huzurluyum, bazen kaçar gibi koşuyorum. bir yandan da içimin biryeri hep rahat, çünkü biliyorum; bir odam, kendime ait kapım var zaten. gitmek istesem yerim belli.
dün gece yine uzun süre, bir inip bir çıkıp, sürekli bir asansörlere bindikten sonra (bu arada gerçek hayatta çok yeni ama çok kesin bir asansör korkusu peyda oldu, bilmiyorum bu nasıl sirayet edecek bu otellere) odama dönüyorum. kapıyı açıyorum, ayağıma yere atılmış bir sırt çantası ve bir çift ayakkabı çarpıyor. neden buraya bırakmış bunları diyorum içimden. ileriyorum, büyük adam içeride, yatağın üzerinde oturuyor. neden buradasın diye sormuyorum, sadece ama biz seninle konuşmuyoruz ki diye geçiriyorum içimden. gerçekten öyle çünkü; rüyalar boyunca kaçıyoruz, kovalıyoruz, korkuyoruz, duruyoruz, saklanıyoruz ama hiç konuşmuyoruz. içimden geçirdiğimi duymuş gibi, ben burda kalıcam bi süre diyo bana. tedirgin oluyuorum. ilk kez konuşmasından mı, kalacak olmasından mı, yoksa benim odamda olmasından mı bilemiyorum. peki diyorum. yine de keşke dağıtmasaydın ortalığı diyecek oluyorum, çekiniyorum. yatağın ucunda, beyaz çarşafın üzerinde, kocaman bir adam, hafif rahatsız bir sırt ve kararlı gözlerle oturup bana bakıyor. benim o koridorlardaki beyhude arayışlarım ne kadar ciddiyse, o da öyle görev gibi bir ciddiyetle bakıyor gözlerime. benim çıkmam lazım diyorum, duymuyor beni, birşey söylemiyor. ben, -yine kimbilir ne aramaya- çıkıyorum sakince. beni rüyalarca korkutan büyük adamı, nihayet evcilleşmeye başlamış bir kaplan gibi odamda bırakıyorum.
uyanınca farkediyorum; yollara uzayan uzun koridorların ortasında, yıllara yayılan sessiz bir hikaye, nihayet ilk kez ses buluyor kendine.
yılları oyalayan bunca rüyadan sonra ilk defa kaçmasız kovalamasız, korkudan başka şeyler dalgalanıyor orta yerimizde.
Wednesday, February 17, 2016
Subscribe to:
Posts (Atom)